Bu bölümde sahaflık ustalarını anıyoruz kısaca.
Teknenin güvertesinde güneşli bir gün, deniz açık; önde sınırsız kitaplar okyanusu ve kaptan köşkünde bayrak, çeşitli dillerde üst üste kitaplardan flamalar...
Kitaplarla soluk alıp verenler için bir liman...
Değerli İzleyici,
Püzant Bey, Nedret Bey hem iş ortakları, hem de ortak bir payda altında kitaplarla yaşıyorlar.
Bu ikili şimdi burada engingönüllle kısa paslaşmalar yapıyor ve kitap serüvenlerini topu taca atmadan sunuyorlar. Söyleşiyi izliyoruz.
Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez, 08 Nisan 2011, Stockholm
Birşey ilgimi çekti! ‘Ustamdan dinlemiştim,’ dedi, Nedret Bey, bir anlatı sırasında. Bu ustalarınız.. sizin ustalarınız Püzant Bey, Nedret Bey ile aynı ustalar mı? Sizin de ustanız oldu mu Püzant Bey?
Tabii! Usta çırak hikayesi şöyle, tabii muhakkak ustalar olmuştur. (p)
Peki ne nasıl alıyor? usta mı sırları söylüyor, yoksa siz çaktırmadan mı alıyorsunuz bunu ustadan?
Yanında çalıştığım o kadar usta sahaflar olmadı ama benim ilk başladığım dükkan daha evvel Bayan Venetya’ya aitti. (p)
Bayan Venetya! Nerede idi dükkan o zaman?
Bu dükkan Tünel’de şu an müzik mağazası oldu numara 16 Müzik aletleri satan bir mağaza oldu. Venetya Hanım kitabın kurduydu, bilhassa yabancı dilde Almanca kitapları falan çok çok iyi bilirdi. (p)
Venetya Hanım, Alman asıllı mıydı?
Alman asıllı değildi, rum asıllıydı. Almanca çok iyi bilirdi. Daha sonra Bayan Noumidis’in dükkanında da çalıştım. Bayan Noumidis tam bir İstanbul hanımefendisi idi (p)
Bayan Noumidis! O da Rum herhalde.
Evet! Saat böyle beş çaylarına giden.. neydi, Divan Oteli’nde beş çaylarına giden bir hanımefendiydi o. Onu da.. Nedret de tanıdı.. ben de tanıdım, çok yakinen de dost olduk onlarla da yani... (p)
Bayan Venetya! Bayan Noumidis! Bu iki ustanın farklı özellikleri var mıydı. neydi?
İkisinin çok farklı özellikileri vardı. (p)
Dil bakımında mı özellikler.. farklı diller mi vardı yoksa?
Diller değildi yalnız.. Venetya dediğim gibi Bayan Venetya, kitabı çok iyi bilen, bir kurt... (p)
Kokusunu alan.. kitap kokusu alan bir kurt mu?
Evet! Kokusunu.. kitap kokusu alan.. tabii öyleydi. Bayan Venetya’nın mesela dükkanına gittiniz.. şu kitabı aldınız elinize değil mi, çıkardınız raftan aldınız! ‘Yavrum, ben ona bir bakayım,’ derdi! Onu dedi mi siz o kitabı alamazsınız. (p)
Bayan Venetya; ‘yavrum, ben ona bir bakayım,’ dedi mi yandınız, demek Püzant Bey? Alamazsınız! Harika birşey! Kitabını satamayan biri daha işte, peki ya öteki? Bayan Noumidis?
Öteki öyle değildi! İsterseniz indirim bile yapardı Bayan Noumidis, güzel bir indirim bile yapardı. (p)
Bu iki ustada neden böyle bir fark.. var mı sahaflıkta bu tür özellikler?
Öteki.. çünkü.. öteki şöyle öteki matmazel çünkü kitapla ilgili değildi Tekin Bey.(n)
Hangisi matmazel.. Bayan Noumidis mi Bayan Venetya mı Nedret Bey?
Matmazel Noumudis matmazel Noumudis aslında kitapçılıkla ilişkisi olan bir hatun değil aslında o, sadece ve sadece babası olan, babası kitapçı meşhur Miltiyadis Noumidis’in dükkanını devam ettirmek ve onun adını ve anısını yaşatmak üzere o dükkanda var olan bir insandı. (n)
Hangi yıllar doğum tarihleri? Yüzyılın başı mı?
Noumidis mi? Noumidis tabii, 1910’lu 20’li yıllarda doğmuş bir hanımdı. Babası ise daha eski doğumlu. 1890’lar falan.. 1940’lı yıllarda, 45’temi, 50’demi o civarda da Miltiyadis Noumidis ölüyor. (n)
(Sürecek)
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
8 Nisan 2011 Cuma
5 Nisan 2011 Salı
Yeni öğrendiğim sahaflık geleneğinde de bir Leyla ve bir çok Mecnun öyküsü çıktı ortaya. Turkuaz takımı, Püzant Bey, Nedret Bey, bugün sahadalar...
Bugün 05 Nisan 2011, Salı. Bu sahaflar kitaplar blog çalışmaları bir yıl önce dün doğdu.
Bakınız: http://kitaplarvetekinsonmez.blogspot.com/
Bu konuyu, doğum günü nedeniyle,kent ve insan başlığı altındaki bu blog ile de kutlamak isterim.
Doğaldır ki sahaflar konusu kent konusudur ve insan konusudur. Kitap kent ürünüdür.
İnsanlıkta kent kurma bilinci ve sosyal evrimi olmasa belki kitap da olmayacak...
Doğaldır ki sahaflar konusu kent konusudur ve insan konusudur.
Kitap kent ürünüdür. Leyla ile Mecnun ise köy öyküsüdür. Burada bir paradokds var.
Bu topraklarda sahaflar ve kitaplar öyle bir hazine, dahası define sanki...
Ben bunu otuz yıl önce sezgilerle değil de bilinçle görmüş olmalıyım ki "Elyazmaları" adlı öyküyü yazdım.*
Yayımlandı. Hani derler ya, tam üstüne bastın! İşte böyle! İyi de ne oldu? Şu oldu!
Bu satırların yazarı, Ölüme terk edildimiş kitapları kurtaran kitapçılarla karşılaştı.
Sahafları tanıdı. Onlarla birlikte kitap arkeolojisi bu topraklar için hiç de komik olmaz, diye düşünmeye başladı.
Tam bir yıl önce dün, ilk yayını yaptı. Şöyle ki yayını gerdi ve okunu attı...
Şimdi, ölüme terk edildimiş kitapları kurtaran kitapçılar, dedim.
Şimdi aslında şöyle oldu;sahaflar, geleneği leyla ile mecnunları buluşturma geleneklerini de yarattılar.
Değerli İzleyici...
Evet! Yeni bir tanım fakat eskiden bu yana süregelen bir heraket.
Bir anlamda nüfus hareketleri, diyorum ya ben, işte o. Hiç şaşırmadım bu sonuca...
Yahya Kemal Beyatlı'nın da Gece Leyla'yı Ayın On dördü, şiirini yazması boşuna değil!
Bu harekette başka ülkelerde olmayan bir içsellik var. Neredeyse ruhani bir durum!
Daha doğrusu içrek bir durum sözkonusu, aşk ve imgelem ise Leyla ile Mecnun.
Bu konu, bakıyorum da bayağı su götürecek... Bu sonuca şiç şaşırmadım gerçekten.
Bu toprakların kültürel varsıllığına da uygun. Bu konuya birkaç gün doludizgin devam edeceğiz.
Şöyle ki bir mahallede bir Leyla vardır! Bir köyde bir Leyla diyelim.
Yedi köyde sürüsüne bereket Mecnun çıkar ortaya, kan gövdeyi götürür,
Kim Leyla'yı vuslat terennümü ile gerdek gecesine sokacak diye, bayağı bir muharebe bile olur!
Sonunda başlık parası araya girer, kız başkasına kaçmasın diye gece vardıyasına çıkar ev ahalisi.
Sonuda yüklüce bahşişli başlık veren Leyla'yı alır kanlı gece için gerdeğe sokar.
Kanlı çarşaf sabaha kalmadan çıkar gerdek odasından ev ahalisine sunulur, sonra da köy ahalisi seyreder bu kanlı çarşafı. Öykü bu kadar değilmiş!
Benim yeni öğrendiğim sahaflık geleneğinde de bir Leyla ve bir çok Mecnun öyküsü çıktı ortaya.
Burada benzerlik yine başlık parasına benzer, sahafın hoşnut edilmesi geleneği varmış.
Bu arada kızın kaçması, kaçırılmasına benzer bir de kitabın kaçırılması var.
Şöyle ki siz bir kitabı beğeniyorsunuz, böyle mi, bu kitap kaçırılıyor...
Dün, kitap ve sahaf blog'da yayınladım.(*) Buraya da alıntı yapıyorum.
Bakın Püzant Bey diyor ki;Şimdi efendim bundan yıllarca önce, biraz evvel hatıra da dediniz, Nedret Bey'le bir kütüphane işine gitmiştik, biz kütüphane pazarlığını yaparken, orda çok güzel birkaç tane, yani nadir kitaplar gördük. Fakat bizim gözlerimizin parladığını tabii kitabın sahibi orda farkına vardı ve ben size bu kitapları daha sonra vereyim dedi, bir daha o kitapları alamadık.
Nasıl benzerlikler, tıpkı satranç taşları gibi yerli yerine oturdu mu?
Şimdi derbi maçını dün bıraktığımız yerden sürüyoruz.
Dün Püzant Bey'in bir ara topuk pası yaparak bir anlamda kendisine verdiği pası, Nedret Bey, zarif bir hamle ile aldı ve onsekiz içine kadar yine zarif figürlerle geldi ve topu dizinin üstüne aldı, yükselen topa bir kafa koydu ve köşeden fileleri buldu.
Bugün bakalım hangisi gol atacak, izleyelim...
NOT; Blog yazıları kısa olsun. İnsanlar zamana karşı koşan küheylanlara döndüler... Kısa kesiyorum, devamı yarın...
Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez, 05 Nisan 2011, Stockholm
(*) http://kitaplarvetekinsonmez.blogspot.com/
(*) elyazmaları kars platosu öyküleri, tekin sonMez, NİS Media ya, ilk bası 2004, istnbul.
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
Bakınız: http://kitaplarvetekinsonmez.blogspot.com/
Bu konuyu, doğum günü nedeniyle,kent ve insan başlığı altındaki bu blog ile de kutlamak isterim.
Doğaldır ki sahaflar konusu kent konusudur ve insan konusudur. Kitap kent ürünüdür.
İnsanlıkta kent kurma bilinci ve sosyal evrimi olmasa belki kitap da olmayacak...
Doğaldır ki sahaflar konusu kent konusudur ve insan konusudur.
Kitap kent ürünüdür. Leyla ile Mecnun ise köy öyküsüdür. Burada bir paradokds var.
Bu topraklarda sahaflar ve kitaplar öyle bir hazine, dahası define sanki...
Ben bunu otuz yıl önce sezgilerle değil de bilinçle görmüş olmalıyım ki "Elyazmaları" adlı öyküyü yazdım.*
Yayımlandı. Hani derler ya, tam üstüne bastın! İşte böyle! İyi de ne oldu? Şu oldu!
Bu satırların yazarı, Ölüme terk edildimiş kitapları kurtaran kitapçılarla karşılaştı.
Sahafları tanıdı. Onlarla birlikte kitap arkeolojisi bu topraklar için hiç de komik olmaz, diye düşünmeye başladı.
Tam bir yıl önce dün, ilk yayını yaptı. Şöyle ki yayını gerdi ve okunu attı...
Şimdi, ölüme terk edildimiş kitapları kurtaran kitapçılar, dedim.
Şimdi aslında şöyle oldu;sahaflar, geleneği leyla ile mecnunları buluşturma geleneklerini de yarattılar.
Değerli İzleyici...
Evet! Yeni bir tanım fakat eskiden bu yana süregelen bir heraket.
Bir anlamda nüfus hareketleri, diyorum ya ben, işte o. Hiç şaşırmadım bu sonuca...
Yahya Kemal Beyatlı'nın da Gece Leyla'yı Ayın On dördü, şiirini yazması boşuna değil!
Bu harekette başka ülkelerde olmayan bir içsellik var. Neredeyse ruhani bir durum!
Daha doğrusu içrek bir durum sözkonusu, aşk ve imgelem ise Leyla ile Mecnun.
Bu konu, bakıyorum da bayağı su götürecek... Bu sonuca şiç şaşırmadım gerçekten.
Bu toprakların kültürel varsıllığına da uygun. Bu konuya birkaç gün doludizgin devam edeceğiz.
Şöyle ki bir mahallede bir Leyla vardır! Bir köyde bir Leyla diyelim.
Yedi köyde sürüsüne bereket Mecnun çıkar ortaya, kan gövdeyi götürür,
Kim Leyla'yı vuslat terennümü ile gerdek gecesine sokacak diye, bayağı bir muharebe bile olur!
Sonunda başlık parası araya girer, kız başkasına kaçmasın diye gece vardıyasına çıkar ev ahalisi.
Sonuda yüklüce bahşişli başlık veren Leyla'yı alır kanlı gece için gerdeğe sokar.
Kanlı çarşaf sabaha kalmadan çıkar gerdek odasından ev ahalisine sunulur, sonra da köy ahalisi seyreder bu kanlı çarşafı. Öykü bu kadar değilmiş!
Benim yeni öğrendiğim sahaflık geleneğinde de bir Leyla ve bir çok Mecnun öyküsü çıktı ortaya.
Burada benzerlik yine başlık parasına benzer, sahafın hoşnut edilmesi geleneği varmış.
Bu arada kızın kaçması, kaçırılmasına benzer bir de kitabın kaçırılması var.
Şöyle ki siz bir kitabı beğeniyorsunuz, böyle mi, bu kitap kaçırılıyor...
Dün, kitap ve sahaf blog'da yayınladım.(*) Buraya da alıntı yapıyorum.
Bakın Püzant Bey diyor ki;Şimdi efendim bundan yıllarca önce, biraz evvel hatıra da dediniz, Nedret Bey'le bir kütüphane işine gitmiştik, biz kütüphane pazarlığını yaparken, orda çok güzel birkaç tane, yani nadir kitaplar gördük. Fakat bizim gözlerimizin parladığını tabii kitabın sahibi orda farkına vardı ve ben size bu kitapları daha sonra vereyim dedi, bir daha o kitapları alamadık.
Nasıl benzerlikler, tıpkı satranç taşları gibi yerli yerine oturdu mu?
Şimdi derbi maçını dün bıraktığımız yerden sürüyoruz.
Dün Püzant Bey'in bir ara topuk pası yaparak bir anlamda kendisine verdiği pası, Nedret Bey, zarif bir hamle ile aldı ve onsekiz içine kadar yine zarif figürlerle geldi ve topu dizinin üstüne aldı, yükselen topa bir kafa koydu ve köşeden fileleri buldu.
Bugün bakalım hangisi gol atacak, izleyelim...
NOT; Blog yazıları kısa olsun. İnsanlar zamana karşı koşan küheylanlara döndüler... Kısa kesiyorum, devamı yarın...
Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez, 05 Nisan 2011, Stockholm
(*) http://kitaplarvetekinsonmez.blogspot.com/
(*) elyazmaları kars platosu öyküleri, tekin sonMez, NİS Media ya, ilk bası 2004, istnbul.
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
28 Ocak 2011 Cuma
Adana, Osmaniye, Kozan, İnce Memed romanının memleketi.. kent ve insan olay sarmalında bir roman konusu, ilk asker cerrah hanım Sayın Üner Erden...
Sağ köşede bir fotoğraf var. Kıvırcık dalgalı saçlarıyla omzunun üzerinden bakıyor.
Size baktığını sanacaksınız! Değil çok uzaklara, ötelere bakıyor.
Geleceğe bakıyor daha doğrusu ve geleceğin ne olduğunu biliyormuş gibi gülümseyerek üstelik.
Bir kahin okumuş geleceğini de, öyle özgüvenle duruşunu izliyorsunuz.
Fotoğraf canlanıp konuşuyor.
Diyor ki; ‘Bizim çocukluğumuz çok mutlu geçti’.
Onun gülümseyişini şimdi daha iyi anlıyorsunuz.
Çocukluğu mutlu geçmiş. Olağan bir durum!
Pekçok insan çocukluğum mutlu geçti diyebilir, diye düşünmeyi sürdürüyorsunuz.
Fotoğrafa bakıyorsunuz bir daha.
O, o köşede gülümsemeyi sürdürüyor ve bir öykü anlatıyor sessizce.
Diyor ki; ‘Biz dokuz kardeşiz, ablam abim babamın ilk hanımından, yedisi annemden olan en büyük çocuğu benim.’
İşte şimdi durum şaşırtıcı! Olağanüstü bir durum var. Dokuz kardeş!
Şaşkınlığınızı gizlemekte zorlanıyorsunuz! Nasıl, nasıl.. nasıl oldu diye şaşırarak soruyorsunuz!
O, o köşede gülümsemeyi sürdürüyor ve diyor ki; ‘‘Bizim çocukluğumuz çok mutlu geçti ve kardeşlerimi de ben getirdim İstanbul’a....’
Yolcuları toplayıcı, taşıyıcı lokomotif gibi.. öz, üvey demeden dokuz kardeş hepsini Adana'dan mı, nereden, diye bir soru kıpırdıyor kafanızda.
O, bu düşünceleri işitmiş gibi, o köşedeki fotoğrafla ince ince nüktelerle yaşama neşeli bir pencereden bakar gibi gülümseyerek yanıt veriyor.
Diyor ki; ‘Adana, Osmaniye’den ilk Kozan, ben Kozan’ı çok iyi bilirim orda doğmuşum ama altı yaşında Osmaniye’ye geldik. İlkokulu orda okudum.’
Beyin fırtınası gibi bir şimşek çakıyor; ‘Hımm’ diyorsunuz, ‘İnce Memed romanının geçtiği yerler...
O bunları işitmiş gibi, orada, o köşeden gülümseyerek sesleniyor sanki...
Diyor ki; 'Evet.. evet, İnce Memed’i de bilirim. Evet, İnce Memed! O romanlara konu olan...
'Yakalandığı zaman, bizim evin önünden götürdüler. Aaa ama zayıf, naif, böyle bir adamdı yani.’
Değerli İzleyici,
Bir tarih canlanmış da konuşuyor o gülümseyen fotoğrafta. Sayın Üner Erden konuğumuz.
Sağ köşedeki fotoğraftan bize gülümseyerek yanıt veren kişi cerrah doktor Üner Hanım. Evet!
Ankara Cebeci, Askeri Tıbbiye.. eğitim yılları...
İkisi kendisinden büyük, diğerleri küçük sekiz kardeşi var.
Ver elini İstanbul, diyerek onları getiren onları orada okutan abla, kardeş, aile büyüğü, her şey işte O.
Yaşamını kardeşlerine ve ailesine adayan Üner Hanım’ın yaşamı bir roman. Bir değil fazlası var!
Kendilerine yaptığımız kısa bir ziyaret sırasında öyle ilginç anılara ince nüktelerle el salladı ki şaştım'
Bunlarda bir değil birkaç roman konusu da çıkabilir inanın. Okullarda hep birincilik almış...
Türkiye’nin ilk subay doktorlarından Üner Hanım. Genç ve güzel bir cerrah, fırtına gibi... Daha ne olsun!
Hasteheneler, öteki hekimler arasında adı; 'Pembe topuklu' olsun! Olsun mu?
Gülerek anlatıyor, hep o köşeden bakarak; 'Bana pembe topuk derlerdi,' diyor. 'Genceciktim aralarında. Hepsi yaşlı.. yani güzelmişim...
'Topukta nasır yokmuş, hah ha.. öyle yani.' Genç cerrah gittiği her yerde bu gençlik ve güzellik ateşiyle başarılı bir operatör olarak da sükse yapmış.
(Sürecek)
Sevgi, içtenlik...
Tekin Sonmez, 28 Ocak 2011, Stockholm
Size baktığını sanacaksınız! Değil çok uzaklara, ötelere bakıyor.
Geleceğe bakıyor daha doğrusu ve geleceğin ne olduğunu biliyormuş gibi gülümseyerek üstelik.
Bir kahin okumuş geleceğini de, öyle özgüvenle duruşunu izliyorsunuz.
Fotoğraf canlanıp konuşuyor.
Diyor ki; ‘Bizim çocukluğumuz çok mutlu geçti’.
Onun gülümseyişini şimdi daha iyi anlıyorsunuz.
Çocukluğu mutlu geçmiş. Olağan bir durum!
Pekçok insan çocukluğum mutlu geçti diyebilir, diye düşünmeyi sürdürüyorsunuz.
Fotoğrafa bakıyorsunuz bir daha.
O, o köşede gülümsemeyi sürdürüyor ve bir öykü anlatıyor sessizce.
Diyor ki; ‘Biz dokuz kardeşiz, ablam abim babamın ilk hanımından, yedisi annemden olan en büyük çocuğu benim.’
İşte şimdi durum şaşırtıcı! Olağanüstü bir durum var. Dokuz kardeş!
Şaşkınlığınızı gizlemekte zorlanıyorsunuz! Nasıl, nasıl.. nasıl oldu diye şaşırarak soruyorsunuz!
O, o köşede gülümsemeyi sürdürüyor ve diyor ki; ‘‘Bizim çocukluğumuz çok mutlu geçti ve kardeşlerimi de ben getirdim İstanbul’a....’
Yolcuları toplayıcı, taşıyıcı lokomotif gibi.. öz, üvey demeden dokuz kardeş hepsini Adana'dan mı, nereden, diye bir soru kıpırdıyor kafanızda.
O, bu düşünceleri işitmiş gibi, o köşedeki fotoğrafla ince ince nüktelerle yaşama neşeli bir pencereden bakar gibi gülümseyerek yanıt veriyor.
Diyor ki; ‘Adana, Osmaniye’den ilk Kozan, ben Kozan’ı çok iyi bilirim orda doğmuşum ama altı yaşında Osmaniye’ye geldik. İlkokulu orda okudum.’
Beyin fırtınası gibi bir şimşek çakıyor; ‘Hımm’ diyorsunuz, ‘İnce Memed romanının geçtiği yerler...
O bunları işitmiş gibi, orada, o köşeden gülümseyerek sesleniyor sanki...
Diyor ki; 'Evet.. evet, İnce Memed’i de bilirim. Evet, İnce Memed! O romanlara konu olan...
'Yakalandığı zaman, bizim evin önünden götürdüler. Aaa ama zayıf, naif, böyle bir adamdı yani.’
Değerli İzleyici,
Bir tarih canlanmış da konuşuyor o gülümseyen fotoğrafta. Sayın Üner Erden konuğumuz.
Sağ köşedeki fotoğraftan bize gülümseyerek yanıt veren kişi cerrah doktor Üner Hanım. Evet!
Ankara Cebeci, Askeri Tıbbiye.. eğitim yılları...
İkisi kendisinden büyük, diğerleri küçük sekiz kardeşi var.
Ver elini İstanbul, diyerek onları getiren onları orada okutan abla, kardeş, aile büyüğü, her şey işte O.
Yaşamını kardeşlerine ve ailesine adayan Üner Hanım’ın yaşamı bir roman. Bir değil fazlası var!
Kendilerine yaptığımız kısa bir ziyaret sırasında öyle ilginç anılara ince nüktelerle el salladı ki şaştım'
Bunlarda bir değil birkaç roman konusu da çıkabilir inanın. Okullarda hep birincilik almış...
Türkiye’nin ilk subay doktorlarından Üner Hanım. Genç ve güzel bir cerrah, fırtına gibi... Daha ne olsun!
Hasteheneler, öteki hekimler arasında adı; 'Pembe topuklu' olsun! Olsun mu?
Gülerek anlatıyor, hep o köşeden bakarak; 'Bana pembe topuk derlerdi,' diyor. 'Genceciktim aralarında. Hepsi yaşlı.. yani güzelmişim...
'Topukta nasır yokmuş, hah ha.. öyle yani.' Genç cerrah gittiği her yerde bu gençlik ve güzellik ateşiyle başarılı bir operatör olarak da sükse yapmış.
(Sürecek)
Sevgi, içtenlik...
Tekin Sonmez, 28 Ocak 2011, Stockholm
11 Ocak 2011 Salı
Ankara yüzlerce roman konusu olur ve Seyhan Palas efsanesi ve Sayın Yavuz Bilgin bir tarih olan babası öğretmen Ahmet Bilgin'i anlatıyor, söyleşi...
Renkli bir hayat yaşamış, 1906 doğumlu ‘Ahmet Bilgin’ öyküsünün bir bölümünü dün okuduk.
Benzer uğraklar içinde bu anlatı bugün de sürüyor. Geçen yüzyılın başları olsa da Ankara öyküsü 1920’lerde başlar.
İvme yaşanır, 1950; Anadolu'dan yola çıkan hızlı, genç nüfus hareketleri Ankara’yı canlı bir Başkent yapar.
Ankara söylencesi olduğu kadar hem de insanımızın girişken macera yeteneğini anlatan pek çok öykü vardır.
Bugün Ahmet Bilgin ile düşlenen söyleşi var. Bu satırların yazarı bunu farklı bir ekranda izliyor.
Şöyle ki, olay şimdi başka bir mercekte ve belki üç boyutlu. Doksanlı yılların başlarında, yazarımız.
Daha doğrusu bu satırların yazarı, Ahmet Bey ile söyleşi yapmak isterken, treni kaçırır ve sözleşilen yerde olamaz.
Olay aslında ilk evresi ile şöyledir! Bu satırların yazarı, Ankara’da bir imza günü yapar; 1982 - 83 olasıdır.
Bütçesine uygun bir otel araştırırken, Seyhan Palas karşısına çıkar.
O günlerde rastlantısal olan tanışmada, söz uzar ve Ahmet Bey ile doğaçtan bir söyleşi fırsatı doğar.
Sağ üstte görülen Ahmet Bey (1922) ile söyleşi olan Ankara düşü (1980 ilk yıllar) başlar ve o günler hep konuşulur.
Fakat olanlar olur! Bu söyleşi tasarımı, verilen saatin kaçmasıyla bir düş kırıklığı olarak son bulur. Bakın nereden nereye!
Sarıkamış 1936 blog dizisi de işte yine buna benzer nedenlerle bu satırların yazarını koşturur.
Değerli İzleyici,
Sağda 1924 Sarıkamış doğumlu Cemal Şenocak, 1936’daki o fotoğrafta on iki yaşındadır.
Solda fotörlü, otuzunda ticaret ve bürokrasi içindedir Cemal Bey.
Dipten gelen genç dalgalar sarsar Ankara'yı... İşte böyle!
Ticaret ve bürokrasi rüzgarına tutulmuştur...
..dağlar, ovalar, köyler. Yeni bir yaşam başlamaktadır.
Hemen Sol alttaki sahne (1955) Cemal Bey ve tepede bir konakta Ankara sosyetesi. Başkent ortaya çıkıyor işte.
Dalgalar, Anadolu’dan gelen genç nüfus hareketleri Ankara’yı sarar, sarmalar. Öykü ne olacak dersiniz?
Evet! Ahmet ve Mahmut Bilgin kardeşler de o günlerin içinden geçerler.
Ortak yol ayrımları var. Yolların çakışması ve örtüşmesi, ayrışması var.
Soldaki Ankara sosyetesi (1955) olmasa bile, Ahmet Bilgin’in oğulları Seyhan Palas prensleri olur.
Mahmut Bilgin Seyhan Palas’tan ayrılır fakat oğlu Turgay Bey tıp değil, siyasal bilimler okur.
Gerçekte Ankara, bu nedenle de bir roman değil yüzlerce roman konusudur.
O yılların salt anısı değil, Ankara ve ticaret ve bürokrasi rüzgarı, bu satırların yazarını çeker.
Sağda (1936) bağdaş kurmuş çocuk grupta sol başta (1955) durur. Ankara'da yüksek bürokrat olur Cemal Bey. Bakın Ankara coşkuyla kurulur!
Kasım 2010’da yolumuz Ankara’dan geçti. Seyhan Palas'da konaklamayı kurduk.
Feryal Hanım; 'İyi tanırım, bizim akrabalarımız olurlar,' dedi.
Ahmet Bey’in yeğeni Mahmut Bey'in oğlu (abla Tülin Hanımın sağında görülen, 1975) Turgay Bey’e telefonla sorduk.
On yıl öncesine kadar Emlak Kredi Bank Genel Md. yardımcılığı yapmış Sayın Turgay Bilgin.
Amcası Ahmet Bey’in oğulları bu oteli işletiyor diye biliyorduk.
Hüzünlü ve hayıflanan bir sesle; ‘Tekin Bey otel yıkıldı maalesef! Bütün anılarımız da orada gömüldü gitti,’ dedi.
Böylece bir tarih olan Seyhan Palas’ı, Ahmet Bey’in en küçük oğlu Yavuz Bey’e soracağız.
Soldaki kişi (1975) Ahmet Bilgin, Seyhan Palas'ın kurucusu, Yavuz Bey’in babası.
31 Ekim 2010 pazar, Yavuz - Ayla Bilgin çiftinin evinde, Ankara Dikmen’deyiz.
Bu kez treni kaçırmadık, Yavuz Bey'le heyecanla tanıştık. Bakın nereden nereye!
Feryal Hanım, Turgay Bey’in yeğeni, Yavuz Bey ile kuzen çocukları...
Şimdi Ahmet Bilgin’in oğlu (solda; damat bey, yanında gelin Ayla Hanım ve baba Ahmet Bey, 1975) Ankara 1951 doğumlu, Sayın Yavuz Bilgin.. Seyhan Palas’ın son prensi.. bu katılımcı söyleşiyi birlikte izleyelim.
Yavuz Bey, Ayla Hanım, kızları Şebnem Hanım, eşim Feryal Hanım ve bu satırların yazarı keşif masasındayız.Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez, 11 Ocak 2011, Stockholm
Sevgili Yavuz Bey, eşim Feryal Hanım’ın büyüğü Nedim Bey’i bilirsiniz. Örneğin, ‘insanın bir hobisi olmalı,’ der sık sık. Geçenlerde konuşurken, ‘sizin hobiniz de sadece motosiklet mi oldu,’ diye sordum. Çok büyük bir madalya birikimiyle ortaya çıktı Nedim Bey.
Nedim Bey, 1960 Ankara doğumlu.. aranızda sekiz on yaş var.. Nedim Bey neşeli ve hayat dolu bir insan. Annesi Tülin Hanım, amcanızın kızı olur. Nedim Bey için ona benzer bir önmodel bakınırken siz karşıma çıktınız. Sordum, bu motosiklet tutkusunu. Ne dediler biliyor musunuz! Yavuz! Yavuz Bey işte öykü böyle böyle başladı, ilginç değil mi, ve bakın öykü şimdi nereden nereye geldi!
Benzer hobilerinizi merak ediyorum Yavuz Bey! Bir motosikletiniz olmuş. İsterseniz Nedim Bey’den başlayalım. Bir bölümü ile çocukluğunuzun, gençliğinizin kesiştiği noktalar var. Bu yaşamı tutuş tarzıyla, tuttuğunu koparan tipler.. hayranlık duyarım...
Teşekkür ederim, sağol Tekin abi.
Ankara 70’li yılların ortaları ve Seyhan Palas.. Yavuz Bey, bu motosiklet tutkusu nasıl başladı sizde?
Valla bilmiyorum ki, babama zorla motosiklet aldırdım.
Feryal araya giriyor; Nerde gördün? Elvis’ten filan mı heveslendin, nasıl oldu bu iş? O zamanlar kim vardı, bir film mi izledin? James Dean mesela, meşin ceket, motosiklet...
Yavuz Bey, duyduğuma göre bir de araba aldırmışsın, Seyhan Palas’ın prensi olarak ki o zaman kimsede araba da yokmuş...
Feryal Hanım o günleri bildiği için anımsatıyor; Murat 124’ün mü vardı? Küçük arabalardan ilk çıkanlardan, maviydi. Ahmet amca bir tane aldı Yavuz abiye.(Sağdaki küçük fotoğraf Yavuz Bey'in Edip eniştesi ve babası ile o günlerde Feryal.)
Yani Feryal, şimdi aldı derken.. babam almadı, peşinatını verdi, taksitlerini de ben ödedim.
İyi de o yıllarda bir araba alma kuyruğu da varmış. Seyhan Palas ve Ahmet Bey kefil mi oldular?
Yok yok Tekin Abi.. Babam değil.. kefilim kimdi biliyor musun? İki kefil istiyorlardı ya, Edip enişte, (Nedim ve Feryal kardeşlerin babası, albay) kefilin bir tanesi, bir tanesi de Çikobirliğin müdürü vardı, soyadı Kütküt.. ismini hatırlayamadım. Hemen verdiler bana arabayı, yoksa böyle aylar sürecekti... biri albay, biri genel müdür...
1950’li yıllarda Ankara’da bir ticaret ve bürokrasi sosyetesi oluşur.. Yavuz Bey siz ve Nedim Bey hangi yıl, böyle bir hobi, diyelim ve nasıl oldu?
76 filandır, (Feryal) Ben 12-13 yaşlarındayım. Nedim 15-16 yaşında. Nedim lisede değil mi?
Bak Fereyal, Nedim ticarete şöyle başladı.. Tülin abla dedi ki, ticarete başlasın, bir şeyler satsın dedi. Nedim liseyi bitirmemişti.. öğrenciydi belki de.. hatırlayamıyorum. 75 belki de.
Yok! 75’de evlendik, (eşi Ayla Hanım) evlendikten sonra.
Tekin Abi, galiba 78 falan, şimdi ben.. parfümeri, toptan parfümeri işi yapıyordum.. elimizde depoda olan malzemeleri.. parfümleri Nedim alıyordu.. mesela bir çanta.. resmi dairelere gidiyordu. Resmi dairelerde, mesela İçişleri Bakanlığı, Köyişleri Bakanlığı, Tarım bakanlığı, oralarda pazarlıyordu bunları, para kazanıyordu yani.
Bir de Ulus’ta (Feryal) bir yere tezgah mı açmıştınız?
Nedim var mıydı o zaman, iyi hatırlamıyorum.. ben açmıştım.
Seyyar, seyyar tezgah... (Ayla Hanım) Nedim yok muydu?
Nedim’le ikimiz mi, haa.. evet! Ulus’ta heykel’in olduğu yere mi açmıştık? Onunla oraya bayramda gittik, tezgahı kurduk.
Yavuz Bey, işte ben bu cesarete hayranlık duyarım. Bakın Ankara’da ticaret böyle böyle oluştu.. çok güzel, işte hayat adamı böyle olur bakın.. Şimdi 1906 doğumlu, Konya Muallim Mektebi mezunu Ahmet Bilgin, babanız, o da ticarete girmiş. Seyhan Palas Cebeci’de, yoktan varolmuş! Ankara’nın ilk Başkent oluş yılları.. Ahmet Bey kendisi yok, onu yitirdik, fakat oğlu, Yavuz Bilgin olarak anımsadığınız neler var?
Tekin abi, Tokat Zile’sine öğretmen olarak gönderiyorlar babamı.. evet.. işte hem müzik öğretmenliği, hem okul müdürlüğü, hem sınıf öğretmenliği hepsini bir arada götürüyor babam,’ diye anlatıya başlıyor Yavuz Bey. Savaş sürecinde, ‘iki kere askerlik yapıyor, yedek subay olarak’ yapıyor.
1945’de terhis olacaktır Ahmet Bey. Bundan sonra neler olmuş anlattı mı size?
Tekin Abi, babamın anlattıkları şöyle; İkinci Dünya Savaşı, ondan sonra da tekrar Tokat Zile’sine öğretmen olarak gidiyor babam.
Sonra bir kırtasiyeci dükkanı işletiyor ikisi Ahmet ve Mahmut kardeşler orada.
Açmışlar da, ondan pek haberim yok.. işte amcamla çalıştırmışlar.
Ayla Hanım araya giriyor; o arada lokanta açmış.
Tekin Abi.. İşte lokantayı da.. hazırlık yapmış babam. Bir 29 Ekim bayramı.. vali geliyor, vali muavini geliyor.. herkes geliyor.. o arada bir lokanta açmış, konuşma hazırlığını yapmış babam. Cumhuriyet Bayramı töreninde, herkes konuşma yapmış bu sefer babama sıra gelmiş, babam da işte herkes gibi.. 'bayramınız kutlu olsun,' filan derken, 'bugün demiş size sevindirici bir haber daha vereceğim' Tokat Zile'mizde bayram hatırası olarak bir lokanta açılmıştır, ismi Cumhuriyet Lokantası’dır, hepinizi bekleriz demiş.”
İşte onda Cumhuriyet’in ihtiyacı olan ticaret ruhu var, değil mi? Sonra Ahmet Bey, Ankara’ya mı geldi.. emekli mi oldu.. nasıl oldu?
Öğretmenlikten istifa ediyor babam. Şimdi, onu başka bir yere sürgüne göndermişler veya başka bir sevmediği yere, o da başka bir vazife bekliyormuş galiba, istifa ediyor.
Yavuz Bey, tarih sıralaması olmayabilir, ilginç olan Ahmet Bey’in öğretmenlikten ayrılıp ticarete atılması. Bu nasıl gelişiyor?
Tekin Abi.. tabii onu çok anlatırdı babam. Önce İstanbul’a gitmişler amcamla, orda bir kayık kiralamışlar, 20-30 kasa gazozu kayığa yüklemişler. Amcama demiş ki 'Mahmut, sen bağır ben akordeon çalacağım.' Sahilden, böyle kayıkla.. sahilden geze geze, böyle, müthiş.. üç ay dört ay.. beş ay güzel gazoz satmışlar yaz mevsiminde.
İşte Türkiye’de kalkınma modeli! Bundan sonra Ankara’ya mı, Tokat’a mı gidiyorlar?
Babamın yetiştirdiği talebelerden bir tanesi Ankara Tıp Fakültesi Hastanesinin başhekimi olmuş, tabii aradan zaman geçmiş. Başhekimin yanına gidiyor babam, diyor ki 'bana bir iş verin burda.' 'Hocam sana ne iş verelim burda?' 'Buranın kantinini ver bana,' diyor, babam. Oranın kantinini alıyor. İki abimle beraber, Tıp Fakültesinin kantini.. ne demek Tekin Abi. Şimdi orda babam para kazanıyor. Haa.. ondan evvel.. Ankara’ya geldikten sonra, beş kilo süt alırdım derdi bana /../ akordeon çala çala veya keman çala çala süt satardım derdi.
Hastane kantini ondan sonra mı geliyor?
Evet! Ondan sonra kantin. Kantini işletmeye başlıyor babam, kantini işletirken bu arada Cebeci’den iki tane arsa alıyor, o zaman krediyle, Ziraat Bankasından. İki tane yan yana arsa, bir iki sene bunun taksitlerini ödüyor işte kantinden, ondan sonra bu yandaki arsayı satıyor, borcunu tamamen kapatıyor.
Seyhan Palas Oteli’nin kısa tarihi, bu tarihin arka planı bu kadar mı?
Tekin Abi, borcunu bitiriyor, ondan sonra oraya otel yapıyor. Otel yapmadan önce ilk alt katı yapıyor, günde 1000 kişiye yemek verirmiş babam orda. İlk tabldotu Ankara’da babam icat etmiş, üç çeşit yemek şu kadar. Bak kaç sene önce.. 60 sene 70 sene evvel. Oradan kazandığı parayla binayı bitiriyor.
Bu da yaratıcı düş gücü ister! Öğrencilere ucuz yemek ve sürüm tabii. Yavuz Bey, bir de siyasete atılma öyküsü olmalı Ahmet Bey’in, değil mi?
Ondan sonra Develi, Zile Belediye reisi oluyor.
Çok ilginç bir öykü, İstanbul’da gazoz satarken ezgi söyleyen akordeon duruyor mu?
Akordeon köyde (Zile) duruyor.
Yavuz Bey fotoğraftaki keman nerde?
Kemanı abim aldı.
Ondan geriye kalan bu iki fotoğraftan başka, göreceğim hiçbir şey yok mu?
Bir iki tane saat vardı, o saatleri de oğlum Tolga’ya verdim, sakla bunları diye.
Müzik yok mu.. Siz ne çalıyorsunuz?
Ben akordeon çalarım.
Akordeon var mı şimdi evde?
Yok. Bateri çalarım bir de.
Var mı evde bateri?
O da yok. Turgay abi gitar çalar mesela.
Turgay Bey, onu dinliyoruz, bize konser veriyor gittiğimiz zaman. Sizden ne dinleyelim, bir şey yapın Ahmet beyin anısına, akordeon çalın yeter.
Yoo inanın yani, yoo onu çalamıyorum.
Çok ilginç örneğin sandalda giderken akordeon çalması.. bunun gibi, onunla ilgili başka öyküer var mı?
İşte babamın bana anlattıkları bunlar Tekin Abi, yani aramızda mesafe çoktu babamla bizim...
Böyle Nedim Bey gibi madalya, kılıç, kalkan yok mu?
Bende hiçbir şey yok.
Motosiklet nerede?
Yok! Motosiklet yok, sattık bitti.
Ama bir hobiniz vardır?
Gençken hepsini yapmış (Ayla Hanım) bıraktı sonra.
Sonra hepsini bıraktım. Hayatı dört dörtlük yaşadım. Şimdi hiçbir şey yok.
Hepsi bu kadar mı? Nedim Bey, sizi hep bir motosikletle mi sadece takip etti, Ankara’da?
Evet! Motosikleti iyi ve sert kullandım...
Kaç yıl kullandınız Yavuz Bey?
Tekin Abi 68’den, 75’e kadar kullandım, yedi sene.
İki motosiklet, ikiniz arka arkaya mı sürüyordunuz Ankara’da o zaman?
Yok, motosikleti yoktu Nedim’in o zaman.
Sağdaki fotoğrafta görülen Nedim Bey, o günlerde sizin motosikletin terkisine mi biniyordu?
Evet! Benim motosikletime arkaya biniyordu.
Ankara, motosikletin sesi ile inliyordu galiba. Tamam! Türkçede kulağına küpe olsun derler. Ahmet Bey’den geriye kalan böyle bir söz yok mu?
Aynen öyle Tekin Abi.. Şimdi bana derdi ki, mesela ben lise çağlarındayken. Bak derdi kulağına küpe olsun derdi, 30 sene sonra 40 sene sonra şu iş revaçta olacak derdi. Hangi iş baba derdim, optik işi, yani gözlük işi 30 sene sonra çok revaçta olacak derdi bana babam. Onu görüyordu babam. Babamın işte, ticaretteki en büyük lafı şuydu; 'Oğlum derdi, bir iş insanı zengin eder, iki iş oyalar, üç iş batırır derdi, ona göre ayağını denk al!..'
Ankara-Dikmen 31 Ekim 2010 Pazar. )
Benzer uğraklar içinde bu anlatı bugün de sürüyor. Geçen yüzyılın başları olsa da Ankara öyküsü 1920’lerde başlar.
İvme yaşanır, 1950; Anadolu'dan yola çıkan hızlı, genç nüfus hareketleri Ankara’yı canlı bir Başkent yapar.
Ankara söylencesi olduğu kadar hem de insanımızın girişken macera yeteneğini anlatan pek çok öykü vardır.
Bugün Ahmet Bilgin ile düşlenen söyleşi var. Bu satırların yazarı bunu farklı bir ekranda izliyor.
Şöyle ki, olay şimdi başka bir mercekte ve belki üç boyutlu. Doksanlı yılların başlarında, yazarımız.
Daha doğrusu bu satırların yazarı, Ahmet Bey ile söyleşi yapmak isterken, treni kaçırır ve sözleşilen yerde olamaz.
Olay aslında ilk evresi ile şöyledir! Bu satırların yazarı, Ankara’da bir imza günü yapar; 1982 - 83 olasıdır.
Bütçesine uygun bir otel araştırırken, Seyhan Palas karşısına çıkar.
O günlerde rastlantısal olan tanışmada, söz uzar ve Ahmet Bey ile doğaçtan bir söyleşi fırsatı doğar.
Sağ üstte görülen Ahmet Bey (1922) ile söyleşi olan Ankara düşü (1980 ilk yıllar) başlar ve o günler hep konuşulur.
Fakat olanlar olur! Bu söyleşi tasarımı, verilen saatin kaçmasıyla bir düş kırıklığı olarak son bulur. Bakın nereden nereye!
Sarıkamış 1936 blog dizisi de işte yine buna benzer nedenlerle bu satırların yazarını koşturur.
Değerli İzleyici,
Sağda 1924 Sarıkamış doğumlu Cemal Şenocak, 1936’daki o fotoğrafta on iki yaşındadır.
Solda fotörlü, otuzunda ticaret ve bürokrasi içindedir Cemal Bey.
Dipten gelen genç dalgalar sarsar Ankara'yı... İşte böyle!
Ticaret ve bürokrasi rüzgarına tutulmuştur...
..dağlar, ovalar, köyler. Yeni bir yaşam başlamaktadır.
Hemen Sol alttaki sahne (1955) Cemal Bey ve tepede bir konakta Ankara sosyetesi. Başkent ortaya çıkıyor işte.
Dalgalar, Anadolu’dan gelen genç nüfus hareketleri Ankara’yı sarar, sarmalar. Öykü ne olacak dersiniz?
Evet! Ahmet ve Mahmut Bilgin kardeşler de o günlerin içinden geçerler.
Ortak yol ayrımları var. Yolların çakışması ve örtüşmesi, ayrışması var.
Soldaki Ankara sosyetesi (1955) olmasa bile, Ahmet Bilgin’in oğulları Seyhan Palas prensleri olur.
Mahmut Bilgin Seyhan Palas’tan ayrılır fakat oğlu Turgay Bey tıp değil, siyasal bilimler okur.
Gerçekte Ankara, bu nedenle de bir roman değil yüzlerce roman konusudur.
O yılların salt anısı değil, Ankara ve ticaret ve bürokrasi rüzgarı, bu satırların yazarını çeker.
Sağda (1936) bağdaş kurmuş çocuk grupta sol başta (1955) durur. Ankara'da yüksek bürokrat olur Cemal Bey. Bakın Ankara coşkuyla kurulur!
Kasım 2010’da yolumuz Ankara’dan geçti. Seyhan Palas'da konaklamayı kurduk.
Feryal Hanım; 'İyi tanırım, bizim akrabalarımız olurlar,' dedi.
Ahmet Bey’in yeğeni Mahmut Bey'in oğlu (abla Tülin Hanımın sağında görülen, 1975) Turgay Bey’e telefonla sorduk.
On yıl öncesine kadar Emlak Kredi Bank Genel Md. yardımcılığı yapmış Sayın Turgay Bilgin.
Amcası Ahmet Bey’in oğulları bu oteli işletiyor diye biliyorduk.
Hüzünlü ve hayıflanan bir sesle; ‘Tekin Bey otel yıkıldı maalesef! Bütün anılarımız da orada gömüldü gitti,’ dedi.
Böylece bir tarih olan Seyhan Palas’ı, Ahmet Bey’in en küçük oğlu Yavuz Bey’e soracağız.
Soldaki kişi (1975) Ahmet Bilgin, Seyhan Palas'ın kurucusu, Yavuz Bey’in babası.
31 Ekim 2010 pazar, Yavuz - Ayla Bilgin çiftinin evinde, Ankara Dikmen’deyiz.
Bu kez treni kaçırmadık, Yavuz Bey'le heyecanla tanıştık. Bakın nereden nereye!
Feryal Hanım, Turgay Bey’in yeğeni, Yavuz Bey ile kuzen çocukları...
Şimdi Ahmet Bilgin’in oğlu (solda; damat bey, yanında gelin Ayla Hanım ve baba Ahmet Bey, 1975) Ankara 1951 doğumlu, Sayın Yavuz Bilgin.. Seyhan Palas’ın son prensi.. bu katılımcı söyleşiyi birlikte izleyelim.
Yavuz Bey, Ayla Hanım, kızları Şebnem Hanım, eşim Feryal Hanım ve bu satırların yazarı keşif masasındayız.Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez, 11 Ocak 2011, Stockholm
Sevgili Yavuz Bey, eşim Feryal Hanım’ın büyüğü Nedim Bey’i bilirsiniz. Örneğin, ‘insanın bir hobisi olmalı,’ der sık sık. Geçenlerde konuşurken, ‘sizin hobiniz de sadece motosiklet mi oldu,’ diye sordum. Çok büyük bir madalya birikimiyle ortaya çıktı Nedim Bey.
Nedim Bey, 1960 Ankara doğumlu.. aranızda sekiz on yaş var.. Nedim Bey neşeli ve hayat dolu bir insan. Annesi Tülin Hanım, amcanızın kızı olur. Nedim Bey için ona benzer bir önmodel bakınırken siz karşıma çıktınız. Sordum, bu motosiklet tutkusunu. Ne dediler biliyor musunuz! Yavuz! Yavuz Bey işte öykü böyle böyle başladı, ilginç değil mi, ve bakın öykü şimdi nereden nereye geldi!
Benzer hobilerinizi merak ediyorum Yavuz Bey! Bir motosikletiniz olmuş. İsterseniz Nedim Bey’den başlayalım. Bir bölümü ile çocukluğunuzun, gençliğinizin kesiştiği noktalar var. Bu yaşamı tutuş tarzıyla, tuttuğunu koparan tipler.. hayranlık duyarım...
Teşekkür ederim, sağol Tekin abi.
Ankara 70’li yılların ortaları ve Seyhan Palas.. Yavuz Bey, bu motosiklet tutkusu nasıl başladı sizde?
Valla bilmiyorum ki, babama zorla motosiklet aldırdım.
Feryal araya giriyor; Nerde gördün? Elvis’ten filan mı heveslendin, nasıl oldu bu iş? O zamanlar kim vardı, bir film mi izledin? James Dean mesela, meşin ceket, motosiklet...
Yavuz Bey, duyduğuma göre bir de araba aldırmışsın, Seyhan Palas’ın prensi olarak ki o zaman kimsede araba da yokmuş...
Feryal Hanım o günleri bildiği için anımsatıyor; Murat 124’ün mü vardı? Küçük arabalardan ilk çıkanlardan, maviydi. Ahmet amca bir tane aldı Yavuz abiye.(Sağdaki küçük fotoğraf Yavuz Bey'in Edip eniştesi ve babası ile o günlerde Feryal.)
Yani Feryal, şimdi aldı derken.. babam almadı, peşinatını verdi, taksitlerini de ben ödedim.
İyi de o yıllarda bir araba alma kuyruğu da varmış. Seyhan Palas ve Ahmet Bey kefil mi oldular?
Yok yok Tekin Abi.. Babam değil.. kefilim kimdi biliyor musun? İki kefil istiyorlardı ya, Edip enişte, (Nedim ve Feryal kardeşlerin babası, albay) kefilin bir tanesi, bir tanesi de Çikobirliğin müdürü vardı, soyadı Kütküt.. ismini hatırlayamadım. Hemen verdiler bana arabayı, yoksa böyle aylar sürecekti... biri albay, biri genel müdür...
1950’li yıllarda Ankara’da bir ticaret ve bürokrasi sosyetesi oluşur.. Yavuz Bey siz ve Nedim Bey hangi yıl, böyle bir hobi, diyelim ve nasıl oldu?
76 filandır, (Feryal) Ben 12-13 yaşlarındayım. Nedim 15-16 yaşında. Nedim lisede değil mi?
Bak Fereyal, Nedim ticarete şöyle başladı.. Tülin abla dedi ki, ticarete başlasın, bir şeyler satsın dedi. Nedim liseyi bitirmemişti.. öğrenciydi belki de.. hatırlayamıyorum. 75 belki de.
Yok! 75’de evlendik, (eşi Ayla Hanım) evlendikten sonra.
Tekin Abi, galiba 78 falan, şimdi ben.. parfümeri, toptan parfümeri işi yapıyordum.. elimizde depoda olan malzemeleri.. parfümleri Nedim alıyordu.. mesela bir çanta.. resmi dairelere gidiyordu. Resmi dairelerde, mesela İçişleri Bakanlığı, Köyişleri Bakanlığı, Tarım bakanlığı, oralarda pazarlıyordu bunları, para kazanıyordu yani.
Bir de Ulus’ta (Feryal) bir yere tezgah mı açmıştınız?
Nedim var mıydı o zaman, iyi hatırlamıyorum.. ben açmıştım.
Seyyar, seyyar tezgah... (Ayla Hanım) Nedim yok muydu?
Nedim’le ikimiz mi, haa.. evet! Ulus’ta heykel’in olduğu yere mi açmıştık? Onunla oraya bayramda gittik, tezgahı kurduk.
Yavuz Bey, işte ben bu cesarete hayranlık duyarım. Bakın Ankara’da ticaret böyle böyle oluştu.. çok güzel, işte hayat adamı böyle olur bakın.. Şimdi 1906 doğumlu, Konya Muallim Mektebi mezunu Ahmet Bilgin, babanız, o da ticarete girmiş. Seyhan Palas Cebeci’de, yoktan varolmuş! Ankara’nın ilk Başkent oluş yılları.. Ahmet Bey kendisi yok, onu yitirdik, fakat oğlu, Yavuz Bilgin olarak anımsadığınız neler var?
Tekin abi, Tokat Zile’sine öğretmen olarak gönderiyorlar babamı.. evet.. işte hem müzik öğretmenliği, hem okul müdürlüğü, hem sınıf öğretmenliği hepsini bir arada götürüyor babam,’ diye anlatıya başlıyor Yavuz Bey. Savaş sürecinde, ‘iki kere askerlik yapıyor, yedek subay olarak’ yapıyor.
1945’de terhis olacaktır Ahmet Bey. Bundan sonra neler olmuş anlattı mı size?
Tekin Abi, babamın anlattıkları şöyle; İkinci Dünya Savaşı, ondan sonra da tekrar Tokat Zile’sine öğretmen olarak gidiyor babam.
Sonra bir kırtasiyeci dükkanı işletiyor ikisi Ahmet ve Mahmut kardeşler orada.
Açmışlar da, ondan pek haberim yok.. işte amcamla çalıştırmışlar.
Ayla Hanım araya giriyor; o arada lokanta açmış.
Tekin Abi.. İşte lokantayı da.. hazırlık yapmış babam. Bir 29 Ekim bayramı.. vali geliyor, vali muavini geliyor.. herkes geliyor.. o arada bir lokanta açmış, konuşma hazırlığını yapmış babam. Cumhuriyet Bayramı töreninde, herkes konuşma yapmış bu sefer babama sıra gelmiş, babam da işte herkes gibi.. 'bayramınız kutlu olsun,' filan derken, 'bugün demiş size sevindirici bir haber daha vereceğim' Tokat Zile'mizde bayram hatırası olarak bir lokanta açılmıştır, ismi Cumhuriyet Lokantası’dır, hepinizi bekleriz demiş.”
İşte onda Cumhuriyet’in ihtiyacı olan ticaret ruhu var, değil mi? Sonra Ahmet Bey, Ankara’ya mı geldi.. emekli mi oldu.. nasıl oldu?
Öğretmenlikten istifa ediyor babam. Şimdi, onu başka bir yere sürgüne göndermişler veya başka bir sevmediği yere, o da başka bir vazife bekliyormuş galiba, istifa ediyor.
Yavuz Bey, tarih sıralaması olmayabilir, ilginç olan Ahmet Bey’in öğretmenlikten ayrılıp ticarete atılması. Bu nasıl gelişiyor?
Tekin Abi.. tabii onu çok anlatırdı babam. Önce İstanbul’a gitmişler amcamla, orda bir kayık kiralamışlar, 20-30 kasa gazozu kayığa yüklemişler. Amcama demiş ki 'Mahmut, sen bağır ben akordeon çalacağım.' Sahilden, böyle kayıkla.. sahilden geze geze, böyle, müthiş.. üç ay dört ay.. beş ay güzel gazoz satmışlar yaz mevsiminde.
İşte Türkiye’de kalkınma modeli! Bundan sonra Ankara’ya mı, Tokat’a mı gidiyorlar?
Babamın yetiştirdiği talebelerden bir tanesi Ankara Tıp Fakültesi Hastanesinin başhekimi olmuş, tabii aradan zaman geçmiş. Başhekimin yanına gidiyor babam, diyor ki 'bana bir iş verin burda.' 'Hocam sana ne iş verelim burda?' 'Buranın kantinini ver bana,' diyor, babam. Oranın kantinini alıyor. İki abimle beraber, Tıp Fakültesinin kantini.. ne demek Tekin Abi. Şimdi orda babam para kazanıyor. Haa.. ondan evvel.. Ankara’ya geldikten sonra, beş kilo süt alırdım derdi bana /../ akordeon çala çala veya keman çala çala süt satardım derdi.
Hastane kantini ondan sonra mı geliyor?
Evet! Ondan sonra kantin. Kantini işletmeye başlıyor babam, kantini işletirken bu arada Cebeci’den iki tane arsa alıyor, o zaman krediyle, Ziraat Bankasından. İki tane yan yana arsa, bir iki sene bunun taksitlerini ödüyor işte kantinden, ondan sonra bu yandaki arsayı satıyor, borcunu tamamen kapatıyor.
Seyhan Palas Oteli’nin kısa tarihi, bu tarihin arka planı bu kadar mı?
Tekin Abi, borcunu bitiriyor, ondan sonra oraya otel yapıyor. Otel yapmadan önce ilk alt katı yapıyor, günde 1000 kişiye yemek verirmiş babam orda. İlk tabldotu Ankara’da babam icat etmiş, üç çeşit yemek şu kadar. Bak kaç sene önce.. 60 sene 70 sene evvel. Oradan kazandığı parayla binayı bitiriyor.
Bu da yaratıcı düş gücü ister! Öğrencilere ucuz yemek ve sürüm tabii. Yavuz Bey, bir de siyasete atılma öyküsü olmalı Ahmet Bey’in, değil mi?
Ondan sonra Develi, Zile Belediye reisi oluyor.
Çok ilginç bir öykü, İstanbul’da gazoz satarken ezgi söyleyen akordeon duruyor mu?
Akordeon köyde (Zile) duruyor.
Yavuz Bey fotoğraftaki keman nerde?
Kemanı abim aldı.
Ondan geriye kalan bu iki fotoğraftan başka, göreceğim hiçbir şey yok mu?
Bir iki tane saat vardı, o saatleri de oğlum Tolga’ya verdim, sakla bunları diye.
Müzik yok mu.. Siz ne çalıyorsunuz?
Ben akordeon çalarım.
Akordeon var mı şimdi evde?
Yok. Bateri çalarım bir de.
Var mı evde bateri?
O da yok. Turgay abi gitar çalar mesela.
Turgay Bey, onu dinliyoruz, bize konser veriyor gittiğimiz zaman. Sizden ne dinleyelim, bir şey yapın Ahmet beyin anısına, akordeon çalın yeter.
Yoo inanın yani, yoo onu çalamıyorum.
Çok ilginç örneğin sandalda giderken akordeon çalması.. bunun gibi, onunla ilgili başka öyküer var mı?
İşte babamın bana anlattıkları bunlar Tekin Abi, yani aramızda mesafe çoktu babamla bizim...
Böyle Nedim Bey gibi madalya, kılıç, kalkan yok mu?
Bende hiçbir şey yok.
Motosiklet nerede?
Yok! Motosiklet yok, sattık bitti.
Ama bir hobiniz vardır?
Gençken hepsini yapmış (Ayla Hanım) bıraktı sonra.
Sonra hepsini bıraktım. Hayatı dört dörtlük yaşadım. Şimdi hiçbir şey yok.
Hepsi bu kadar mı? Nedim Bey, sizi hep bir motosikletle mi sadece takip etti, Ankara’da?
Evet! Motosikleti iyi ve sert kullandım...
Kaç yıl kullandınız Yavuz Bey?
Tekin Abi 68’den, 75’e kadar kullandım, yedi sene.
İki motosiklet, ikiniz arka arkaya mı sürüyordunuz Ankara’da o zaman?
Yok, motosikleti yoktu Nedim’in o zaman.
Sağdaki fotoğrafta görülen Nedim Bey, o günlerde sizin motosikletin terkisine mi biniyordu?
Evet! Benim motosikletime arkaya biniyordu.
Ankara, motosikletin sesi ile inliyordu galiba. Tamam! Türkçede kulağına küpe olsun derler. Ahmet Bey’den geriye kalan böyle bir söz yok mu?
Aynen öyle Tekin Abi.. Şimdi bana derdi ki, mesela ben lise çağlarındayken. Bak derdi kulağına küpe olsun derdi, 30 sene sonra 40 sene sonra şu iş revaçta olacak derdi. Hangi iş baba derdim, optik işi, yani gözlük işi 30 sene sonra çok revaçta olacak derdi bana babam. Onu görüyordu babam. Babamın işte, ticaretteki en büyük lafı şuydu; 'Oğlum derdi, bir iş insanı zengin eder, iki iş oyalar, üç iş batırır derdi, ona göre ayağını denk al!..'
Ankara-Dikmen 31 Ekim 2010 Pazar. )
10 Ocak 2011 Pazartesi
Ankara , Bilgin ailesi, 1950'ler ve Seyhan Palas söylencesi. Bu haberde kent Ankara.Hititler yükseliş dönemini şatafatla yaşayan arkaik köklü bir kent
Bir öykü var bugün yine. Renkli bir hayat yaşamış, 1906 doğumlu ‘Ahmet Bilgin’ öyküsü.
Geçen yüzyılın başları. Bu öykü 1950'lerde Anadolu'dan yola çıkıp, gelip Başkent’i kapsar.
Olay şimdi başka bir mercekte ve belki üç boyutlu. Bu satırların yazarı bunu farklı bir ekranda izliyor.
Değerli İzleyici,
Bu blog kent, insan, olay motifli 'haber konu/lara daha yatkın. Öncekileri izleyince bunu göreceksiniz.
Kent, insan, olay.. çokluk üçgen bir ada, adacık gibi bu üçlü bir aradadır. Kent neresi olursa olsun bakarsınız insan öne geçer bir yerde.
Bir haberde insan odak olur. Bir yerde olay öne geçer, kent neresi olursa olsun değişmez olayın haber niteliği.
Bugünkü haberde üçgen bir ada gibi, her üçü de ortak ağırlık taşıyor. İl sınırları ile bu haberde kent Ankara.
Anadolu uygarlıkları derken, Hititler yükseliş dönemini şatafatla yaşayan arkaik köklü bir kent Angaru.
Bu topraklarda üst düzey yaratıcı zeka sahibi olmakla ayakta kalabilir, yoksa altlarda silinir gider insan.
Ankara, 1950’ler ve Otel Seyhan Palas efsanesi. Bu efsanede çok şey var. Ankara’ya bir yoldan gireceğiz. Evet!
Seyhan Palas efsanesi (sağ alt fotoğrafta) ve o yılların otomobil sahibi küçük prens Yavuz ile baba Ahmet Bey işte.
Ankara tarihi var karşımızda. Orada bir Başkent nasıl oluştu?
Nüfus hareketleri ile ortaya çıkan yeni yaşam tarzı nasıl gelişti?
Dönem öyküleri için birinci derecede kişilere gidemiyoruz. Onlar yok!
Örnekse üstte (1932) gördüğümüz fotörlü Ahmet Bey yok. Keman çalan, müzik tutkunu...
1920’lerdeki Hollywood aktörü görüntüsü taşıyan fotoğraflar, oradaki Ahmet Bey yok.
Bir roman nasıl yazılır, derken bunlar Ankara tarihi için başlangıç noktası olabilir.
Ahmet Bilgin, 1906 doğumlu, zor çocukluk günleri ve Konya Muallim Mektebi... Çok farklı nüfus hareketleri Ankara’yı merkez yapmış durumda.
Ahmet Bey 1950 başları ya 40’lı yılların sonunda Ankara’dadır. O günlerde 45 yaşlarında olan Ahmet Bey’in iki oğlu olmuş bu tarihten önce.
Elimizde kimi veriler var. Yavuz Bey Otel Seyhan Palas Prensi, 1951’de Ankara’da doğar. Çekirdek aile Ahmet ve Mahmut Bilgin iki kardeş.
Dönemine göre eğitimli olan Ahmet Bey.Yeğenleri Tülin (1942) Turgay (1946) Tokat, Zile doğumlu iki kardeş.
Babaları Mahmut Bey, bu ilçede kırtasiye dükkanı sahibi, ekonomik durumları iyi.
Görünüşte Mahmut Bey dükkan sahibi olsa da iki kardeş ortakmış gibi bir durum var.
Hareketin lokomotifi Ahmet Bey burada öğretmenlik yapıyor.
Çünkü Ahmet Bey devlet memuru, Mahmut Bey dükkan sahibi görünüyor duruma göre.
Kardeş Mahmut Bey'in oğlu eğitim olarak Ahmet Bey’in izleyicisi, Turgay Bey okuyor.
Eğitim ve bürokraside en üst derecede yer alır Mahmut Bey’in oğlu, hobi olarak müzik yapar.
Solda öğrenci, o günlerin futbolcusu Turgay, şöyle ki Bilgin ailesinin yüksek uçan kanatlısı.
Ailenin dört nala koşan atlısı da denilebilir ona ki, o günler Siyasal Bilgiler Fakültesi Futbol Takımı kaptanıdır bu insan.
Sağda damat Bey, Seyhan Palas Prensi Yavuz Bey, gelin Ayla Hanım ve yine Turgay Bey şöyle ki yıl 1975, yer Ankara.
Değerli İzleyici,
Öykü kahramanları Ankara sahnesinde birer birer rol aldılar o yıllarda. Anlatı olarak geride ne kaldı, diyeceksiniz. Bakın rol dağılımı yeni başladı.
Ahmet Bey, kardeşi Mahmut Bey.. oğullar, kızlar, kuzenler.. yol ayrımları da, örtüşen, ayrışan yanlar da olur. Geçmiş işte bu fotoğraflarda durur.
Süre dolar, Mahmut küçük kardeş Seyhan Palas'tan ayrılır, Ahmet büyük kardeş, Seyhan Palas ile bir ömür boyu koşar, yürür ve sonunda o da durur.
Sinema tekniği gibi olayı geri sarıyorum. Ahmet Bey 1906 Kayseri/Develi/Zile doğumlu.
On altı yaşında, kendisinden dört yaş küçük Ümmühan Hanım ile evlendirilir.
Bu hesaba göre 1922-23 evlenme yılı. Uzun aralıklarla üç oğulları olur.
Ahmet Bey öğretmenlik, yedeksubay askerlik derken, tayini çıkan yere gitmez istifa eder.
Filmi yine yakına çekip yıl 1950'yi fokus yapıyorum. Ticaret burjuvazisi yeni yeni oluşuyor.
Ahmet Bey yeni oluşan bu ticaret burjuvazisinde yerini alacak mı?
Bu söyleşinin hedefi, bir aile tarihinden çok, Ankara tarihi için bize bazı anektodlar verecek.
Ahmet Bey Cebeci’nin göbeğine Seyhan Palas’ı kondurur ve orta derece ticari burjuvazi kesiminde yerini alır. Mahmut Bey yorulur, silinir gider.
Mecrasında akan bir su gibi olay şöyle bir yol bulur. Ankara nüfus hareketlerini o yıllarda öğrenciler tetikler.
Seyhan Palas, Ankara Üniversitesi Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakülteleri karşısında durur.
Cebeci'de rüzgarı arkadan alır Ahmet Bey. Her yerden öğrenci akını dalgalar halinde sürer.
Ankara’yı Ankara yapan birinci öğe budur. Seyhan Palas, halk bütçesine uygundur ve genç nüfusu bağrına basar.
Genç, dinamik nüfus hareketleri burada durur. Gelecekteki Türkiye için Anadolu’nun bağrından kopan umut dolu gençler burada toplanırlar.
Seyhan Palas, karşılarında bulunur. Seyhan Palas’ın bodrumunda düğün salonu vardır. Tam bir Anadolu ruhu, zemin kat ise kahvehanedir.
Dans, müzik, akordeon, keman, davul ne varsa, modern müzik enstrumanları da vardır burada.
Başkent sevdasına tutulan on binlerce öğrenci, Seyhan Palas çevresinde yaşama tutunarak ileriye atılım yaparlar.
1950’lerde temelleriyle inşası başlayan Seyhan Palas, on yıl sonra, Ankara’daki öğrenci nüfus hareketlerine de tanık olur.
Öğrenci hareketleri için, bu satırların yazarı; ‘saklı nüfus hareketleri’ diyor. O öğrenciler bugün nerede? Şöyle ki Seyhan Palas bugün yok!
1950’leri içeren bir Ankara romanı böyle bir ortamda ilk tümcelerle sahne alır.
Değerli İzleyici,
Bir tarih olan Seyhan Palas’ı, Ahmet Bey’in en küçük oğlu Yavuz Bey’e yarın soracağız.
Şöyle ki, Sayın Yavuz Bilgin'i, anıların peşinden biraz koşturacağız.
Bu öykünün Ankara ile ilintili bölümü aşağı yukarı burada sona erdi. Fakat bu satırların yazarının, bu öykü ile bağlantılı bir-iki Ankara düşü oldu.
Yavuz Bey, konuşmadan önce bu gizemli zarfı da yarın huzurunuzda açacağız!
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, 11 Ocak 2011 Stockholm
Geçen yüzyılın başları. Bu öykü 1950'lerde Anadolu'dan yola çıkıp, gelip Başkent’i kapsar.
Olay şimdi başka bir mercekte ve belki üç boyutlu. Bu satırların yazarı bunu farklı bir ekranda izliyor.
Değerli İzleyici,
Bu blog kent, insan, olay motifli 'haber konu/lara daha yatkın. Öncekileri izleyince bunu göreceksiniz.
Kent, insan, olay.. çokluk üçgen bir ada, adacık gibi bu üçlü bir aradadır. Kent neresi olursa olsun bakarsınız insan öne geçer bir yerde.
Bir haberde insan odak olur. Bir yerde olay öne geçer, kent neresi olursa olsun değişmez olayın haber niteliği.
Bugünkü haberde üçgen bir ada gibi, her üçü de ortak ağırlık taşıyor. İl sınırları ile bu haberde kent Ankara.
Anadolu uygarlıkları derken, Hititler yükseliş dönemini şatafatla yaşayan arkaik köklü bir kent Angaru.
Bu topraklarda üst düzey yaratıcı zeka sahibi olmakla ayakta kalabilir, yoksa altlarda silinir gider insan.
Ankara, 1950’ler ve Otel Seyhan Palas efsanesi. Bu efsanede çok şey var. Ankara’ya bir yoldan gireceğiz. Evet!
Seyhan Palas efsanesi (sağ alt fotoğrafta) ve o yılların otomobil sahibi küçük prens Yavuz ile baba Ahmet Bey işte.
Ankara tarihi var karşımızda. Orada bir Başkent nasıl oluştu?
Nüfus hareketleri ile ortaya çıkan yeni yaşam tarzı nasıl gelişti?
Dönem öyküleri için birinci derecede kişilere gidemiyoruz. Onlar yok!
Örnekse üstte (1932) gördüğümüz fotörlü Ahmet Bey yok. Keman çalan, müzik tutkunu...
1920’lerdeki Hollywood aktörü görüntüsü taşıyan fotoğraflar, oradaki Ahmet Bey yok.
Bir roman nasıl yazılır, derken bunlar Ankara tarihi için başlangıç noktası olabilir.
Ahmet Bilgin, 1906 doğumlu, zor çocukluk günleri ve Konya Muallim Mektebi... Çok farklı nüfus hareketleri Ankara’yı merkez yapmış durumda.
Ahmet Bey 1950 başları ya 40’lı yılların sonunda Ankara’dadır. O günlerde 45 yaşlarında olan Ahmet Bey’in iki oğlu olmuş bu tarihten önce.
Elimizde kimi veriler var. Yavuz Bey Otel Seyhan Palas Prensi, 1951’de Ankara’da doğar. Çekirdek aile Ahmet ve Mahmut Bilgin iki kardeş.
Dönemine göre eğitimli olan Ahmet Bey.Yeğenleri Tülin (1942) Turgay (1946) Tokat, Zile doğumlu iki kardeş.
Babaları Mahmut Bey, bu ilçede kırtasiye dükkanı sahibi, ekonomik durumları iyi.
Görünüşte Mahmut Bey dükkan sahibi olsa da iki kardeş ortakmış gibi bir durum var.
Hareketin lokomotifi Ahmet Bey burada öğretmenlik yapıyor.
Çünkü Ahmet Bey devlet memuru, Mahmut Bey dükkan sahibi görünüyor duruma göre.
Kardeş Mahmut Bey'in oğlu eğitim olarak Ahmet Bey’in izleyicisi, Turgay Bey okuyor.
Eğitim ve bürokraside en üst derecede yer alır Mahmut Bey’in oğlu, hobi olarak müzik yapar.
Solda öğrenci, o günlerin futbolcusu Turgay, şöyle ki Bilgin ailesinin yüksek uçan kanatlısı.
Ailenin dört nala koşan atlısı da denilebilir ona ki, o günler Siyasal Bilgiler Fakültesi Futbol Takımı kaptanıdır bu insan.
Sağda damat Bey, Seyhan Palas Prensi Yavuz Bey, gelin Ayla Hanım ve yine Turgay Bey şöyle ki yıl 1975, yer Ankara.
Değerli İzleyici,
Öykü kahramanları Ankara sahnesinde birer birer rol aldılar o yıllarda. Anlatı olarak geride ne kaldı, diyeceksiniz. Bakın rol dağılımı yeni başladı.
Ahmet Bey, kardeşi Mahmut Bey.. oğullar, kızlar, kuzenler.. yol ayrımları da, örtüşen, ayrışan yanlar da olur. Geçmiş işte bu fotoğraflarda durur.
Süre dolar, Mahmut küçük kardeş Seyhan Palas'tan ayrılır, Ahmet büyük kardeş, Seyhan Palas ile bir ömür boyu koşar, yürür ve sonunda o da durur.
Sinema tekniği gibi olayı geri sarıyorum. Ahmet Bey 1906 Kayseri/Develi/Zile doğumlu.
On altı yaşında, kendisinden dört yaş küçük Ümmühan Hanım ile evlendirilir.
Bu hesaba göre 1922-23 evlenme yılı. Uzun aralıklarla üç oğulları olur.
Ahmet Bey öğretmenlik, yedeksubay askerlik derken, tayini çıkan yere gitmez istifa eder.
Filmi yine yakına çekip yıl 1950'yi fokus yapıyorum. Ticaret burjuvazisi yeni yeni oluşuyor.
Ahmet Bey yeni oluşan bu ticaret burjuvazisinde yerini alacak mı?
Bu söyleşinin hedefi, bir aile tarihinden çok, Ankara tarihi için bize bazı anektodlar verecek.
Ahmet Bey Cebeci’nin göbeğine Seyhan Palas’ı kondurur ve orta derece ticari burjuvazi kesiminde yerini alır. Mahmut Bey yorulur, silinir gider.
Mecrasında akan bir su gibi olay şöyle bir yol bulur. Ankara nüfus hareketlerini o yıllarda öğrenciler tetikler.
Seyhan Palas, Ankara Üniversitesi Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakülteleri karşısında durur.
Cebeci'de rüzgarı arkadan alır Ahmet Bey. Her yerden öğrenci akını dalgalar halinde sürer.
Ankara’yı Ankara yapan birinci öğe budur. Seyhan Palas, halk bütçesine uygundur ve genç nüfusu bağrına basar.
Genç, dinamik nüfus hareketleri burada durur. Gelecekteki Türkiye için Anadolu’nun bağrından kopan umut dolu gençler burada toplanırlar.
Seyhan Palas, karşılarında bulunur. Seyhan Palas’ın bodrumunda düğün salonu vardır. Tam bir Anadolu ruhu, zemin kat ise kahvehanedir.
Dans, müzik, akordeon, keman, davul ne varsa, modern müzik enstrumanları da vardır burada.
Başkent sevdasına tutulan on binlerce öğrenci, Seyhan Palas çevresinde yaşama tutunarak ileriye atılım yaparlar.
1950’lerde temelleriyle inşası başlayan Seyhan Palas, on yıl sonra, Ankara’daki öğrenci nüfus hareketlerine de tanık olur.
Öğrenci hareketleri için, bu satırların yazarı; ‘saklı nüfus hareketleri’ diyor. O öğrenciler bugün nerede? Şöyle ki Seyhan Palas bugün yok!
1950’leri içeren bir Ankara romanı böyle bir ortamda ilk tümcelerle sahne alır.
Değerli İzleyici,
Bir tarih olan Seyhan Palas’ı, Ahmet Bey’in en küçük oğlu Yavuz Bey’e yarın soracağız.
Şöyle ki, Sayın Yavuz Bilgin'i, anıların peşinden biraz koşturacağız.
Bu öykünün Ankara ile ilintili bölümü aşağı yukarı burada sona erdi. Fakat bu satırların yazarının, bu öykü ile bağlantılı bir-iki Ankara düşü oldu.
Yavuz Bey, konuşmadan önce bu gizemli zarfı da yarın huzurunuzda açacağız!
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, 11 Ocak 2011 Stockholm
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)