29 Mayıs 2012 Salı

Urfa, nasıl betimlenmeli... Nüfus hareketleriyle yer değiştiren, kitlesel devinimle boşalan ve yeniden dolan kentlerde kişilik kırılmasından daha fazla şeyler olur.



Urfa nasıl yazılmalı?
Kentleri sırasıyla yazıyorum son haftalarda.
Bursa, İzmir, İzmit, Diyarbakır ve şimdi Urfa.
Bir kent nasıl olursa kent olur ve o nasıl yazılmalı?
Her kent, kişi/birey gibi kendisine  bir  kimlik alır.
Kimlik kartı ve kişilik karizması atbaşı yanyana koşarlar.
Ne yapılırsa yapılsın bazan kişilik olmaz kimlik olsa da. 
Kentler içinde yaşayan insanlara benzerler.

Nüfus hareketleriyle yer değiştiren, kitlesel devinimle boşalan ve yeniden dolan kentlerde kişilik kırılmasından daha fazla şeyler olur. 
Bu kırılma, yeni gelenlerle bir süre sonra benzeşmeye dönüşür. İnsanlar kentleri kendilerine benzetirler. 
Örneğin boş bir eve gelen yeni kiracı, eski kiracı farkları kullanım eğilimlerine göre o evi değişime uğratır.
Kimliksiz kentler olmaz da kişiliksiz kentler olur.
Urfa tüm bu açıklamaların dışında karizmatik kişiliğini arkaik evrelerde onaylatmış kentlerimizden birisidir.

Fırat’a yakınlığı da ona ağırbaşlı bir kişilik verir.

Başka bir şey daha var. 

Yenileşme, modernite adı altında gelen şeyler var.  

Salt çağ değişim algısı değil, dargörüşle gelen algıda, arkaik kent örgüsü tümüyle yokedilebilir.
Modernitenin, teknolojinin bir yanıyla getirdiği tekdüzelik, kentlerdeki karizmatik kişiliği silmektedir.

Değerli İzleyici,

Şimdi yazarımız Urfa’ya ilk gelmiş bir kişi gibi size kent kapısını açacak ve sizi buyur edecek. Urfa'ya hiç gelmeyen biri, nasıl olur kapı açar, demeyin. Bu, yaşamının yarısını yollara vermiş gezginin felsefesidir.

Bir kente mi geldiniz? İlk işiniz o kentin yüreğine ulaşın. Sonrası gelir.

Diyelim ki, Diyarbakır Kitap Fuarı’na (22 – 27) katıldınız, sona eren etkinliğin ardılı gün Urfa’ya otobüsle vardınız.

Diyarbakır, Urfa arası iki üç saatlik yolu altı saatte yorucu bir serüvenle gelmeniz, burada söz konusu olmayacak.

Otobüs terminalinden, kente yolcu taşıyan araçlar sizi Büyükkent Belediyesi önünde bıraktı. 

Şimdi burası, Atatürk Bulvarı’dır. Kentin yüreğidir de.

Hemen karşıda  Belediye Sarayı ileride Harran Oteli var.  Geçin orayı.

Aşağıya, Yusufa Paşa Camisi’ne doğru yürüyün.

Sağda bütçenize uygun bitişik iki otel daha var, boş oda yok.

Hemen bir kebap çarşısı ve bitiminde İpek Otel duruyor.

Kırk yıl önce de bu otelde kaldınız. Onılarınız kolay çıkıverdi ortaya.

Sevinçle yürüdünüz ve merdivenlerde oturan bir bey kalktı ve dedi ki: ‘otel onarımda.’ Nasıl, üzüldünüz mü?

Yılmayın ve ilerleyin Sarayönü Caddesi’ne girin.

Su meydanı ile Yusuf Paşa Camisi arasında, daracık ‘Beyaz Sokak’ var, oraya girin. Beyzade Konukevi gözünüze çarpacaktır. 

Dört yanı kapalı, orta genişlikte bir hayatla çerçevelenen zemin katta kiler, tandırlık gibi bölümleri ile yüz yıl öncesine bağlanan eski Urfa evlerinden birisinde olduğunuzu anlayacaksınız.
Yapının güneyinde ikinci katta, yazlık eyvana açılan odalardan birisini aldınız.
Bundan sonra işiniz daha da kolay. Balıklı Göl’e koşmak ister bir haliniz de var. Bundan olacak görsellikler hep gölü veriyor burada da.

Bundan sonrası dut ağaçlarının bulvarlara serdiği dut yemişlerinin üstüne basarak yürüyeceksiniz.

Sarayönü Caddesi’ne çıkın hemen ve Divanyolu Caddesini de dümdüz geçin.

Haşimiye Meydanı ve Hüseyniye Çarşılarına kadar yürüyün.
Hemen sağda baharatçılarla renklenen bir ara geçit var.
Dalın oraya ve Balıklı Göl Yanı Göl Caddesi sizi alacaktır içine.
 
Düz gidin ve işte efsanelerle kutsanan balıklar ve sırlı göl ve karşıda gizini içine gömen Urfa Kalesi sizi beklemektedir.
Şimdi de başa dönerek, bir kent nasıl betimlenir, konusunu yeniden düşünün. 

Göle yem atarak adak tutan insanları gözleyin.
Dilerseniz balıklara ve göle bakarak sonlu dünyada sonsuzluk düşü görün...

Sevgi ve içtenlik...

Tekin SonMez,  29 Mayıs 2012, Urfa, Edesssa. 

26 Nisan 2012 Perşembe

26 Nisan 2012 Perşembe Smyrna'da, Büyük İskender, bir huş ağacının altında kilim dokur gibi düş görüyordu, yazarımızın gördüğü düşte...



Kazananlarla yitirenlerin kabus yaşadıkları kent, diye İzmir’den bir ses geldi. Bu ses, Basmane'de konaklayan yazarımıza dek ulaştı.
Belki de bu sesle olacak, yazarımız Basmane’de son iki gün içinde iki kez aynı düşü gördü. 
Düşünde Büyük İskender, bir huş ağacının altında kilim dokur gibi düş görüyordu. 
Kilim dokumak gibi düş görmek, Büyük İskender’e daha o çocuk olduğu günlerde öğretilmişti. 
Böylece görülen düş hem renkli oluyordu hem de bir tılsımla açılır, bir tılsımla kapanır olma özelliğine kavuşuyordu. 
Görülen düşün duruma göre özelliği vardı.

Düşü gören kişininin alnında üçüncü göz vardı.

O göze gizemli el yazması gibi o düş akıyordu.

Hani belki de hattatlarca nakışlanıyordu.

Bunu da tanrısal gücüyle Apollon okuyor ve kullarına bilgece öğütlerle haber salıyordu. 

Büyük İskender de bu görevi bilmeden aldı.


Smyrnalı ipek tenli beyaz kadınlar ün salmıştı o günlerde bu bölgede.


Büyük İskender’e Pagos tepesi yamaçlarında kuş tüyleri, huş ağacı ve boya ağacı liflerinden bir yatak hazırladılar bu apak ipek tenli kadınlar.
Bir sığırtmacın yanık kaval sesleri eşliğinde, bir çeşme, orada uzun bir ezgi gibi ayrılık sözlerini sayıklıyordu. O çeşmenin yakında kuruldu kralın yatağı.

İş bununla kalmadı. Yastığının altına mavi boncuklarla işlenmiş kocaman kadife bir göz koydular. 

Bu göz, Apollon ve Büyük İskender arasında görsel, sezgisel iletiş ağı oldu. 

Bugünkü bilgisayarların üstündeki göz var ya!


İşte çok uzakları o gözle nasıl yakın ediyorsak..
Böyle ipeklerle işlenmiş bir gözdü bu da.
Bundan sonra ne oldu? Şu oldu! Buyruk yayıldı her yana.
İnsanlar ilkin Apollon tapınağına koştular.
Yere başlarını koyarak secde ettiler.
Bildiri akan su ile okundu, o suyu içtiler.
'Hamd sana, yüce ve biricik Apollo' sesi, gür bir ırmak sesi gibi geldi.
Bundan sonra ne oldu? Şu oldu! 
Kükreyen seferberlik gibi büyük göç başladı.
 Kadifekale Pagos tepesi yönü taşarak doldu.
En önemlisi de demirciler, taş ustaları...
Dülgerler, sayaçlar, dokumacılar gerekiyordu kurulacak yeni kente.
Değerli İzleyici,
Siz bir kent kurmaya karar verdiğinizde ne yaparsınız? 

Yazarımız olsa, ilk bir gül bahçesi yapar orada.

Pembe gülleri severdi Büyük İskender de.
İşte böyle...
Buyruk  tez ellerle yayıldı dört bir yana.

Ellerinde pembe gül fideleri olanlar alındılar bölgeden içeriye.
Bu süre bu bölgeye en ünlü taş ustaları, en ünlü demirciler konuk edildi.    
Gitmek istemeyenler zincirlenerek sürüklene sürüklene oraya götürüldü.
Adına 'mübadele' denilen bir olay yaşandı bu topraklarda. 

Akan su, uçan bulutlar bile yer yurt değiştirdi. 
 O gün bu gündür akın akın insan seli gelip bu tepenin çevresine yerleşti.
Bu fotoğraflarda izlediğiniz o günkü Smyrna, bu günkü İzmir kenti oldu.

Bundan sonra ne oldu? Önemli bir şey oldu!
Bir yazar, adı Tekin olan bu satırların yazarı bir gün Smyrna'ya geldi.  
 Kazananlarla yitirenlerin kabus yaşadıkları kent, diye Basmane'yi gezdi.
Hayır! Smyrnalı kadınların peşinden koşmuyordu yazarımız.
  
Büyük İskender o nedenle erken öldü.
Büyük İskender'le bir farkı buradaydı yazarımızın işte. 
Yazarımızın, Büyük İskender'le benzerliği olmaz mı?

Efendim! İşitemedim!

Ne dediniz? Lütfen bir daha.
Bakın, bundan sonra şu oldu!
Yazarımız o surların dibinde bir ezgi gibi taa o arkaik günlerden kalmış, pembe bir gül ağacı buldu. 

O gül ağacının önünde durdu yazarımız. 

Hayır koparmadı onları. 

Eğildi gül ağacının önünde ve öptü yapraklarını ve gözlerinden iki damla yaş bıraktı ıssız, kimsesiz toprağa, tıpkı kendisi gibi.
Büyük İskenderle yazarımızın benzerliği mi dediniz ..benzerliği de  alın.. işte bir anı olarak sizlere... 

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 24 Nisan 2012, İzmir, Basmane, Smyrna.

23 Nisan 2012 Pazartesi

Anadolu, Güney Amerika’dan önce Roma, Latin kent mimarlığı ile tarih sahnesine çıkmıştı.

Kazananlarla yitirenlerin kabus yaşadıkları kent, diye İzmir’den seslendim.

Ardından gizemli bir düş önerdim!

Homeros dedim! Fakat olmadı! Neden olmadı?

Belki de doğru zamanda, doğru önerme değildi.

İzmir’i böyle bir pencereden izlemeyi düşünmemiştim.

İzmir nedense benim bellek dağarımda, bugün tam açıklayamayacağım bir kentti.

Bu kent belki de gerçek olmayan ve uzaklarda, ve bulutsu bir imgelem olarak yaşadı hep.

Birey bir kentte yaşamadı ise böyle olur.

Örnekse Katmandu, Mumbai, Delhi, Stockholm, Paris, New York...

Nedense İzmir'den daha somut birer kent imgelemi ile bellek dağarımdadır o kentler.

Gerilere dönüp baktım, bellek dağarımda elle tutulur bir İzmir kent tutanağı bulamadım.

O bulutsu imgelem bu kez yerini çok başka bir imgeleme bıraktı.

Yukarıda söylediğim şey.  Bireysel açıdan öznel mercekle bakılınca görülebilir bir şey.

Kazananlarla yitirenlerin kabus yaşadıkları kent imgelemi.

Burada kurgusal bir kent tasarımı sunacak değilim.

Dahası arkaik bir kent düşü de sunamam sizlere.

Oysa İzmir önde gelen arkaik kentlerden birisidir.

Latin kent tasarımının, bir model olarak o topraklarda nasıl bir uyarlama ile tarih sahnesine çıktığını Güney Amerika gezginliğim sırasında gördüm.

Bu topraklara gelince durum bugün için çalkantılı bir deniz görünümü sunuyor.

Anadolu, Güney Amerika’dan önce Roma, Latin kent mimarlığı ile tarih sahnesine çıkmıştı.

Nasıl oldu da o kent tasarımı günümüze ulaşamadı?

Bu konu kentbilimi uzmanlarının uğraşı alanıdır.

İzmir başta olmak üzere arkaik kaynaklarıyla araştırılmayı bekleyen çok kent var ülkemizde.

Bugün sizlere Basmane adı ile ünlenen alanda bir kaç sıradan ev görselliği ile bir çağrışım dünyası sunmak sitiyorum.

Yarın Smyrna arkaik kalıntılarından bazı görsellikler sunacağım.

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 23 Nisan 2012, İzmir

5 Nisan 2012 Perşembe

James Joyce son yüz yılın ilk on romancısı arasında gösterilen bir yazar. ‘Sanatçı’ diyor. Ben, 'genç bir adam olarak yazarın portresi,' diyorum.

Celal Özcan 1941 doğumlu. 45 sayı yayınlanan Yansıma’da (Ocak 1972- 1975) dört öyküsü yer almış. Yansıma‘ya daha altıncı sayıda katılan bir yazar.

Yansıma Dergisi’in 1972 Mayıs (6.) sayısında:‘helva ve ekmek’ başlıklı öyküsünü yayınlamışım. Bu öyküsü yayınlandığında otuz yaşlarındadır. 9. sayıda: “Ceketsiz” , 22. sayıda: “Kapının ardı” ,” 45. sayıda: “Hediye” adlı dört öyküsü ve dört ayrı sayıda düzyazılarıyla toplam sekiz sayıda ürünleri yayınlanmış.

Genç bir adam olarak Celal Özcan portresi nedir?

Kırk Yıl önceki “ Helva ve Ekmak” adlı öyküsüyle Celal Özcan ne demek istiyor?

Öykünün ilk tümcelerini birlikte izleyelim.

“Baba baba, koş bak. Ne güzel kar yağıyor!.
“Billur avizenin şıkırtılı ışığında, kaloriferli-sıcak odada. Kışlık pıjamalar üzerinde bir baba. Anne, platin uçlu dolma kalemiyle, yazı masasında Erzurum daki teyzesine bu İstanbul kışını anlatmada.”

Yukarıdaki başlangıçla kırk yıl önce yayınlanan bu öyküde ne var? Celal Özcan öyküsünü neyin üstüne kondurmuş? ‘Helva ve Ekmek’başlıklı öykü toplumasal nüfus hareketlerini her hangi bir yerden veriyor mu? Kentlere doğru yürüyen ayak sesleri var mı yok mu?

Yazarın genç bir adam olarak portresine baktığımızda ‘Helva ve Ekmek’ adlı bu öyküde hangi bildiriyi, satır aralarıdna okuyacağız? Celal Özcan, ‘Billur avizenin şıkırtılı ışığında,’ neyi göstermek ister.

Daha üç beş tümce okur okumaz, kapalı bir anlatı olmadığını görüyoruz. İlk algının önemini bilen bir öykücü olarak Celal Özcan elini çabuk tutmuş ve daha ilk girişte ve ilk görüşte bağlanan bir duyarlıkla işe koyulmuş.

Ekmek ve helva adlı öykü, kentiçi titreşimlerle kenti kendisine öykünen bir öykü. İki paralel kulvarda, kendisiyle örtüşerek ve kişisini ön sırada tutarak kent içinde, kentin kalbine doğru ilerliyor. Kentin kalbi yeri ve yurdu değişgen çekirdek ailedir. Yan öyküler daha ilk tümcelerle orada hazırdır.

Çocuğun: “Baba baba, koş bak. Ne güzel kar yağıyor, ünlemeleri gibi, 'Anne, platin uçlu dolma kalemiyle, yazı masasındadır.' Bu üçlü arasında tökezlemeden ve fakat çokluk çocuğa tutunarak paralel iki kulvar arasında ileri geri yürümesini izliyoruz yazarın.

Paralel iki kulvar arasında ileri geri yürümeye çalışan baba kimliği ve kişiliği, bu öykü boyunca iki farklı dil ve iki ayrı kişi adılı ile yazılan öykünün temel kişisidir. Yan ayraçlar da dahil bu temel kişinin önünde ardında kendi dokusunu sürdürüyor tüm öykü.

İkilik izlenimi veren, iki farklı toplumsal katmanı gösterme çabası izlenimi verilmek istenen anlatı, aslında aynı kişinin iki ayrı yaşam parçası üzerindedir. Ağır çekimle işleyen bir tahtaravalli düşünelim burada.

İki ucunda iki ayrı çocuk, aşağı yukarı devinmektedir. Baba kimliği ise bu tahtaravallinin ortasında, bir ayağı bir yakada, öteki ayağı beri yakada her iki çocuğa da zaman ve güç vermektedir.

Bu tür öyküler geçmişle bağlı oldukları için bir yanları ile romantizme, öteki parmakları ile rasyonalizme sokulan anlatılardır. Yine bu tür çelişkileri yumuşatarak sergileyen anlatılar bir yanı ile varsıllık öteki yanı ile yoksulluk söylemini abartmadan öykünme tekniği ile gerçekleştirilen anlatılardır.

Böyle olduğu için de lirik bir anlatım eşliğinde ilerlemesi zorunluk ögesi olarak yazarın gündemine gelir ve zorlar onu. Ekmek ve helva almak için koşan çocuk için çırpınan bir anne motifi ile 'platin uçlu dolma kalemiyle yazan anne' motifi de, eytişimsel düçünceye göre zıtların ayrılmaz birliğidir.

Dolambaçlı eğretileme kullanılmadan kendi sesi ile ilerleyen öykü bir anlamda yazarının sesi ile canlanmaktadır. ‘Ceketsiz’ ve ‘Hediye’ başlıklı öykülerde yine çocuk kişilerle, çocuk kimliklere öykünen anlatılardır.

Bu tür öyküler kullandıkları teknik birimleri nedeniyle şöyle ki; dil birliği, dilde tutarlılık ögesiyle de geçişken zamanların tek düzlemde örtüşmesi becerisini isterler. Geçişken zamanların bu tür öykülerde örtüşmesi nedir?

Kişileri kendileriyle örtüştüren zaman tünelidir. Bir yanı yeraltında bir yanı yerüstünde çift ray sistemi ile ileri geri çalışabilen bir yol izlenimi verir bu tür öyküler.

Romantizmi naturalist geçekçilikten açık ara olmadan söylemine ve kişilerin karekteristik eğilimine emziren anlatılar, hem de yazarını kendi sesine katan öykülerdir.

Celal Özcan’ın bir yazar olarak kırk yıl önce ortaya koyduğu bu başarısı da bu ögeleri bilinçle kullanmasındadır.

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 6 Nisan 2012, Stockholm.

4 Nisan 2012 Çarşamba

James Joyce son yüz yılın ilk on romancısı arasında gösterilen, ünlü bir yazar. ‘Sanatçı’ diyor. . Ben, yazarın genç adam olarak portresi, diyorum.

Burada kent ve insan odaklı toplumsal bir devinim konusu var. Yazarlar da kentlerle açıklanır. Salt açıklama da yetmez.

Kentler yazarlarla adlanır da. Türkiye gibi özel durumlarla çağın lokomotifine yüklenen bir ülkede bile yazarın genç bir adam olarak portresi, bunu veriyor.

Değerli İzleyici,

Yazarın bir sanatçı olarak değil, ‘genç bir adam olarak portresi’ nasıl olur?

İkinci soru: yazarın genç bir adam olarak kentlerle, nasıl bir ilişkisi olur?

30 ağustos 1973 tarihli mektubunu Yansıma’ya, Kayseri’den yazıyor, Sivas’tan, Van’dan değil. Nasıl yazıyor? Ne yazıyor?

Genç bir adam portresi olarak şöyle yazıyor.

Okuyalım:‘Tekin Bey,
‘Temmuz ayının sonlarında eşim ve küçük çocuklarımla büronuza gelmiş, iki öykümle bir şiirimi bırakmış, ayaküstü tanışmıştık.
‘Şimdi de derginize Jack London’un ‘Uçurum İnsanları’ romanı üzerine yaptığım, beğeneceğinizi umduğum bir eleştirimi gönderiyorum.
‘Olumsuz yargılarınız olursa yanıt verilerek yazılarımın gönderilmesini saygılarımla dilerim.
‘Ak günler sizin olsun.
‘Mehmet Güler, Nazmi Toker Ortaokulu, Ed. Grb. Öğretmeni, Kayseri’

1973 Temmmuz sonlarında, ‘ayaküstü tanışmıştık’ diyor. Bu tanışma onda olumlu izler bırakmış olamalı ki aradan bir ay geçmeden bir çağrışım metaforu ile kendisini çocukları ve eşi ile anımsatıyor.
2
28 yaşındadır, Sivas’ın Çepni Köyü’nde doğmuştur.

O köy çocuğuna inanılmaz bir şey olmuştur.

Köy çocuğu, çantasında öykülerle büyük kentlere gitmek, orada dergilere ulaşmak ve ürünlerini tanıtmak düşleri görmeye başlamıştır.

Bu düş ona nereden gelmiş kendisi de tam betimleyemiyor.

Eskiden kırlarda çobanlık yapan çocuklara, bir veli bade içirirdi bu ergenler aşık olur, saz çalar ezgi çığırırlardı.

Türkiye’deki evrilen gerçek nedir, sorusuna yaklaşıyorum.

Gerçeklik şudur ‘devran’ değişimi olmuştur.

O aşıklar yeni urbalarıyla sahne almışlardır.

Saz yerine çantalarına koydukları yazıları taşımaya ve onları dergiler üzerinden kamuya ulaştırmak için yollara düşmeye başlamışlardır. Şöyle bir sanrıya da kapılmışlardır bu aşıklar; toplum bu ürünleri ve onları birkaç yüzyıldır bekliyordur.

Artık sabır taşı çatlamıştır.. böyle bir sanrı işte.

Bunlar öyle birlerle, ikilerle açıklanır gibi değildir.

Onlarla, yüzlerle açıklanabilirler. Türkiye'deki insan kaynakları fokurduyor, kökten evrilme yaşıyordur Anadolu toprakları.

Bu satırların yazarı hiç unutmuyor. Rıza Zelyut Van’dan kalkıp İstanbul’a gelmiş, Yansıma Dergisi'ne ilettiği öyküleri konusunda bazı soruları yanıtlamış, yenilerini bırakıp gitmiştir.

Kayseri, Van’a göre daha yakın bir yerdir.

Sivas’ın Çepni Köyü’nde doğan ve öykü yazma konusunda ‘bade’ içen ve yazdıklarının kamuya sunulması gerektiğine kesin inanan Mehmet Güler sonunda şunu başarmıştır.

Yirmi sekiz yaşındadır ve usu başındadır.

Öyle Mecnun’um Leyla’mı gördüm diyecek bir tavır yoktur onda.

İki çocuğunu ve eşini de yanına alarak; ‘Ver elini İstanbul,’ demiştir. Neden?

İkinci soru burada yanıtını bulur. Yazarın genç bir adam olarak kentlerle, nasıl bir ilişkisi olur sorusunun yanıtını, gelecek yazıda burada izleyeceğiz. (SÜRECEK)

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 5 Nisan 2012, Stockholm.

12 Mart 2012 Pazartesi

Bursa düşleri olanlar için işte Bursa. Blog başlığında olduğu gibi kent, insan, olay tam da Bursa'nın üstüne bir düş gibi düştü.


Şimdi diyeceksiniz ki Heraklietos, Sokrates ve Platon’dan sonra, Aristoles in gözden düşürdüğü eytişimi kullanan ilk düşünür, Fichte'nin öğretisinde düşünsel gelişim, ve Necati Mert öyküsü dedikten sonra, Bursa haberleri de nereden çıktı...

Ben de Bursa’ya kar yağıyor da, hani haberiniz olsun diye, yanıt vereceğim. Bir şeye, bir yere apansızın kar yağmak, imgelemi ile deyimler de var bu dilde. Hani, ..oraya kar yağsın gör bakalım, derler ya, işte öyle. Bu bir deyim. Bursa ile ilgisi yok.

Bugün 12 Mart 2012. Bursa düşleri olanlar için işte Bursa.

Bursa'ya kar yağıyor. Nereden bakacaksanız bakın. Kimileyin bazı görsellikler söz istemez. Kimileyin de yazabildiğiniz kadar yazın, o görsellik yine de söz kaldırır. Bu durumlar kimileyin kişilere göre değişir de.

O söz kaldıran nedir, diye sorabilirsiniz. Derim ki öz varsa söz olur. Bir şeyde öz varsa yazarsın yazarsın tüketemezsin, anlamında kullandım. Kimi görsellikler söz istemez anlamında.

Bununla birlikte Bursa'ya kar yağıyor. Dün akşam saat 22:00 sularında başlayan yağmur sabaha dek dinmek bilmedi. Şimdi görselliklerde olduğu gibi kar havası başladı. Bu sulu sepken, ıslak günde orta bir yol bulup ilerlemek gerekiyor. Nasıl bir yol? Bursa’da Kent Meydanı denilen alanda bir yol. Saat 09 suları.


Bir kent nasıl olursa kent olur? Bir soru var burada. Bir de ayraç! Otobüse mi bineceksiniz, yürüyecek misiniz? Bursa’yı tanımak için mi yola çıktınız? Pusulayı şaşırmış otel fiyatları ardında seken bir uçurtma gibi bu koşu.. nereye doğru, bu ıslak havada?

Tüyap Kitap Fuarı 10. yılı ile kamuya açılan bir etkinlik. Oraya gidecekseniz 'Kent Meydanı' servis otobüsü için en uygun yer.



Oteller de yelpaze gibi kalitesine göre oradadır. Lokantalar, aşhaneler de.. Şimdi bir otobüsten seyretmek de var Bursa’yı.

Bursa’da zaman, diyen Tanpınar da burada. Orhan Veli ve Sait Faik de... Bir de bu satırların yazarı Tekin Sönmez...




Şimdi diyeceksiniz ki ne ilgisi var bunları yazmanın? Olsun!

İlgisi ne ise o! Ona da sıra gelecek. Bir roman yazarının objektifinden günü gününe bir Bursa izlemek çok mu?

Tamam, siz şimdi görselliklerle başbaşa kalın biraz.. biraz sonra Bursa’ya yine döneriz. Bugün için son bir söz daha. Blog başlığında olduğu gibi kent, insan, olay tam da Bursa'nın üstüne bir düş gibi düştü.


Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 12 Mart 2012, Bursa.

27 Şubat 2012 Pazartesi

Heraklietos, Sokrates ve Platon’dan sonra, Aristoles in gözden düşürdüğü eytişimi kullanan ilk düşünür, Fichte'nin öğretisinde düşünsel gelişim.....

Bu blog birincil derecede kent ve insan konularını gündeme almak için yayına girdi. Bugün sunduğum bu yazı bu konuda tartışmasız kent ve insan bağlamında birey açısından etkileyici olmakla birlikte, asıl nüfus hareketlerini göstermesiyle öne çıkıyor ve bir öykünün bu konuyu bu açıdan sunması, ayrıca önem kazandırıyor bu öyküye.

Kırk Yıl önceki Mustafa’nın Karesi ile Necati Mert.
1.
“Madem bakamayacaktın karınla çocuğuna, neden ayrıldın babanın bağından? Şehre taşınırken bana mı güvendin? Karanlıkodaya girdiğin bir hafta olmadan ‘ağbi para’ diyorsun.”

Böyle başlıyor kırk yıl önce yayımladığım öykü. Bu öyküde ne var? Necati Mert’in yazdığı bu öykü neyin üstüne kurulmuş?

Mustafa’nın Karesi adlı öykü toplumsal eytişimi, karanlık odadaki fotoğraf basımı sırasında geriye dönüşler ve zihinsel akış örgüsüyle, içsel monologlarla okura sunuyor. Nüfus hareketlerini, toplumsal ve bireysel evrilmenin ayak seslerini orada, o karanlıkodada, içsel monologlardan kopan yankılar olarak işitiyoruz.

Nüfus hareketlerini de kapsayan bu sesler aslında nereden geliyor? Bağ, bahçe işleriyle geçinen, yeni gündemi oluşturan kesimlerin, kentlere doğru ilerleyen ayak sesleri nerede?

Yazarın genç bir adam olarak portresine baktığımızda ne göreceğiz!
Onlar aslında genç bir beyinde yaşamın izlekleri olan yankılardır. Onlar yazıya dönüşecek ve bir öykü çıkacak karşımıza. Pırıltılı bir algı merceği ile yapılan gözlem ve okuma genç bellekte iz bırakır. Yankı dediğim şeyler bunlardır ve fakat kişiye göredir ve özneldir. Daha önceki yaşamsal gözlemin üstünde, yakınında kendisine yer açan bu kez bir de okuma var.

Bu ikilinin üstüne kurulmuş bir öykü olmakla birlikte, geleceği taşıyor olabilen yaşanmışlığı da soluğuna katan öyküdür Mustafa’nın Karesi. Mehmet Veysel yazısında söz ettim.

Bu üçlemeyi sanırım ilk kez ben deniyorum. Bir sanat yaratısında geleceği taşıyor olabilmenin yanısıra, istenç ve içtenlik... Sıradan rastlantısal değil, istençle yapılan okumanın ve gözlemin genç yazarda bıraktığı izlerdir o karanlıkodadaki yankılar bir bakıma.

Yaşam deneyiminde, geleceği taşıyor olabilmek! İşte bunda bireysel içtenlik ve istenç de aranır.

Neden? Şundan; içtenlik ve istenç birer yetidir, evet.
2
Birincil tekil kişinin anlatım tekniği ile gelişen Mustafa’nın Karesi bu kadar değil.

Şöyle; a)kendisi için bireylik yolunun taşlarını döşeyen “Mustafa’nın Karesi” adlı öykü kişisini, düşündürme (kuram) kurgusu, ve.. b) bu kişiyi, ileriye dönük mantıksal bir çizgi boylamında (kılgı) eyleme sokma.. c) bunu anlatıcı, yansıtıcı bir sanat ürünü olarak (kurgu) yapılandırma.. d) ve sağlam güvenilir bir anlatımla (dil, sözdizini) yazım.. g) ve bunu belli bir kesimin ortak tutum ve davranışı (eytişimci birlik) olarak kamuya sunma.. tümü bir yazar için kapsamlı bir arkaplan çalışması, birikimi de ister, bekler.

Çünkü geleceği, istençle ve içtenlikle taşıyor olabilmek buradadır.

Heraklietos, Sokrates ve Platon’dan sonra, Aristoles in gözden düşürdüğü eytişimi, ustaca kullanan ilk düşünür, öznel düşüncecilik okulu kurucusu Fichte’dir.
Onun öğretisinde; ‘eytişim, düşünsel gelişmenin biçimidir’ ve yine ona göre, ‘bilgi, karşıtlıkları aşarak oluşur.’ “Ben’im bireyliğimin kökü, ben’i başkasına bağlayan bağla belirlenmiştir”der. *

Mustafa’nın Karesi’ndeki kişi, baba ocağında bir anlamda tarım işçisi, ırgat konumunda yaşar. Nasıl olursa olur, kırsaldaki baba profili, kentteki işveren fotoğrafçı profili ile yer değiştir.

Olayı harçlık artırma isteyen oğul başlatır: “Baba sen daha iyi bilirsin. Daha iyi düşünürsün. Ama. Bak diyeyim sana.. hak vereceksin sen de. On beş lira yetmiyor baba. Beş liracık artırsan, demişti.”

Babanın ‘beş liracık’ artırmadığı harçlık olayı, grev ya lokavt öncesi işçi/işveren görüşmelerini çağrıştırır. Bu nirengi noktası üzerine ortaya çıkar uyuşmazlık. “Ulan dürzü; yiyecek benden, giyecek benden.. hem karına, hem sana, hem veledine... Yorulduğun yere saray mı yaptırayım.”

“Yok baba. Haşa! Hani Hasekilerin Rıdvan var ya.. /../ şehre inen.. fabrikaya yerleşen...”

“Defol öyleyse şehre. Ben fabrika değilim. Çok verip azdıramam. Geleneği bozamam.”
Mustafa’nın kente göçerek haftalıkçı işçi oluşunun resmidir bu. Fotoğrafçılık termini olarak kullanılan, bu resmin bir de arabı var.

Bu kez: “Şehre taşınırken bana mı güvendin,” sözleriyle, (düşünsel gelişimi tamamlayan) şöyle ki, onu başkasına bağlayan bağ, işverenin tavrı açığa çıkar.
Bu kadar dar bir alanda, rakip oyunculara top kaptırmadan koşmanın zorluğunu, diyalektik ve sarmal döngüde, nasıl aynı şeye bağlandığını Mustafa karanlıkodada, ilaçlı suda yüzen fotoğrafın arabına bakarken düşünmeye başlayacaktır.

“İyi ki de kovdun da geldim şehre,’ diyemedi. Yüreğindeki iki dünya karman çormandı. ‘Ne bağ ne şehir, ne baba ne patron,’dedi söndürdü ışığı.”

Karanlıkodada, önündeki fotoğrafın arabına dalıp giderken Mustafa, öykünün sonu gelir.

Öykünün belkide sonu değil, sadece ilk perdesi çekilmiştir. Sahne açıldığında, ikinci perdeyi hangi nesneler ve şeylerle şekillendirir... buna aradan geçen kırk yıl sonra Necati Mert yanıt verebilir.
(Sürecek)

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 27 Şubat 2012, Stockholm

(*) Aktaran, Felsefe Ansiklopedisi, Orhan Hançerlioğlu